Psikoloji Tarihi

Klasik Psikolojide Çağrışım Düşüncesinin EvrimiRosenthal ve Yudin (1980,s.84), çağrışım kavramını "psyche'nin unsurları arasındaki bağlantı" olarak tanımlamaktadırlar. Onlara göre "bu unsurlardan birinin ortaya...

Başlatan: Maui - Güncelleme: 17 Kasım 2022, 22:59:03 - Gösterim: 4,634

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Psikoloji Tarihi


Klasik Psikolojide Çağrışım Düşüncesinin Evrimi


Rosenthal ve Yudin (1980,s.84), çağrışım kavramını "psyche'nin unsurları arasındaki bağlantı" olarak tanımlamaktadırlar. Onlara göre "bu unsurlardan birinin ortaya çıkması, belirli şartlar altında, ona bağlı öteki unsurların ortaya çıkmasına yol açar."

Çağrışım düşüncesi, modern psikolojinin, öğrenme ve hafıza gibi alanlarının temel kavramlarından biridir. Bu yönüyle çağrışım düşüncesi, düşünce tarihi boyunca gelişimi, psikolojinin gerek felsefe içinde, gerekse ondan bağımsız bir bilim dalı olarak gelişmesi açısından yadsınamaz bir önem taşımaktadır. Bu çalışma, çağrışım düşüncesinin modern psikoloji öncesindeki evrimini ele almaktadır.

Çağrışım düşüncesinin evrimine geçmeden önce, başlıkta kullanılan "klasik psikoloji" ifadesinin açıklanması yararlı olacaktır. Her ne kadar psikolojinin kuruluşu Leipzig laboratuvarının kuruluş yılı olan 1879 olarak kabul edilse de, şüphesiz bu dönüm noktası, psikolojinin, Homeros ve Orfeus söylencelerinden bu yana süregelen macerasının niteliksel bir dönüşüme uğradığı tarihtir. Bu tarih, modern psikolojinin kuruluşunu yansıtır. Bununla birlikte "klasik psikoloji" terimiyle kastedilen, Sullivan'ın (1977,s.160) da belirttiği gibi " açık bir felsefi gelenek içinde gelişmiş olan psikolojidir." Sullivan'a göre, "bu klasik psikoloji deneysel olmayan, fizyolojik olmayan, içebakışçı verilere ya da anekdotal tipte nedensel gözlemlere dayalı ve bir felsefi sistemin tutarlı bir parçası olarak kurulmuş olan psikolojiydi."

1879 sonrası modern psikoloji ise, klasik olanından çok daha sistematik, deneysel ve fizyolojik bir çizgide ilerledi. Bu tarihle birlikte psikoloji, felsefe içindeki gelişiminin son evresine ulaşarak, kozasının içinden, sık kullanılan tabirle "bağımsız bir bilim dalı" olarak çıktı.

Bu farklılıklardan dolayı, psikoloji tarihini, klasik psikoloji ve modern psikoloji tarihi olarak ayırmak bu çalışmanın yazarınca uygun görülmüştür.

Bu çalışma, çağrışım düşüncesinin yalnız klasik psikoloji içindeki evrimini kapsamaktadır.
Kerem imza


Deli tarafıma denk gelmeyin, zira orada ben bile hükümsüzüm...

AYDINLANMA VE ERKEN DÖNEM BRİTANYA ÇAĞRIŞIMCILIĞI

İlk Felsefe Üzerine Altıncı Meditasyon' da Descartes, çağrışım görüngüsünü kabul etmişti, ama bundan sonra onun çalışmasında çağrışım, temelde duyusal görüngülerin içine gömüldü. Çağrışımlardan şüphe ediyordu, çünkü çağrışımlar, karışmış (duyusal) ideaları gerektiriyordu (Sullivan, 1977, s. 161).

Aydınlanma sonrasında çağrışım düşüncesini yeniden masaya yatıran, Britanya Görgücü ve Çağrışımcıları olmuştur. James Drever (1965) bu konuda ilginç bir benzetme yapmaktadır:

"Britanya psikolojisinin öyküsü, pek çok başka öyküde olduğu gibi üç karakterle başlar: bir İngiliz, bir İrlandalı ve bir İskoç; yani Locke, Berkeley ve Hume." (Drever, 1965, s. 328)

Bu karakterlerden John Locke'a geçmeden önce, onun felsefesini derinden etkilemiş olan ve Britanya Görgücülüğünün başlangıcı olarak kabul edilebilecek olan Thomas Hobbes üzerinde durmak yerinde olacaktır.

Hobbes ve onun Britanya geleneğindeki ardılları için zihin bilgiyi çağrışımlar vasıtasıyla elde etmektedir. Çağrışımlar çoğunlukla doğa içinde mekanik genel ilkeler çerçevesinde organize olurlar. Hobbes için, duyuların çağrışımı, olayların zaman ya da mekan içindeki ardıllığı, hafıza içinde zihin tarafından depolanan idea birimlerinin biçimlenmesi için hazırlanmıştır. Hobbes'un psikolojisinde motivasyonel ilke, istektir. Eninde sonunda bir fizyolojik süreç hazzı arama ve acıdan kaçınma tarafından yönetilir. Hobbes'a göre, düşünce dizileri istek tarafından yönlendirilir ve dışsal duyulara dayalıdır. Hobbes, rüyaların duyular tarafından düzenlenmemiş düşünce dizileri olduğunu ileri sürer. Çağrışımsal mekanizmaların belirleyicileri, duyular tarafından düzensiz düşünce dizilerinin içine doğru inşa edilmişlerdir (Brennan, 1991, s. 94).

Hobbes'un düşüncelerin çağrışımı teorisi, Aristoteles'in teorisindeki benzerlik ve zıtlık ilkelerini kapsamaktadır. Ona göre ardıllık da çağrışım dizilerinin temel ilkelerinden biriydi. Ayrıca "kontrol altında olan" ve "serbest olan" çağrışımlar arasında da bir ayrım yapmaktaydı.

Britanya klasik psikolojisinin kuruluşunu sağlayan ilk isimlerden biri de şüphesiz John Locke'dur. Locke, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme adlı eserinde, düşüncelerin çağrışımı üzerine bir bölüm ayırmıştır. Bu bölümde Locke, öncelikle çağrışımın tasvirini vermektedir. Ona göre:

"İdelerimizin bir bölümü arasında doğal bir karşılıklılık ve bağlantı vardır; bunları özgül varlıklarına dayanan bu birlik ve karşılıklılığa dek izleyerek birarada tutmak usumuzun görevi ve üstünlüğüdür. Bunun dışında, idelerin, tümüyle 'rastlantı ve alışkanlığa' bağlı başka bir bağlantısı da vardır. Gerçekte hiç de yakın olmayan ideler, kimi insanların zihinlerinde öylesine birleşmiştir ki bunları ayırmak olanaksızdır; bunlar herzaman yanyanadır ve birinin anlığa gelişiyle birlikte eşi de ortaya çıkar; böyle birleşen idelerin ikiden çok olması durumunda da bu dağılmaz takım her zaman birlikte görünür." ( Locke, 1996, s. 232-233)

Locke, çağrışımla ilgili bir takım ilkeler ileri sürmektedir. Bununla birlikte bu sürecin nasıl olduğu yolunda da bir açıklama girişiminde bulunmaktadır. Ona göre çağrışımlar deneyim içinde kurulurlar. Adı geçen eserinde Locke şöyle yazıyor:

"İdelerin, doğadan gelmeyen bu güçlü bileşimini zihin ya istenciyle, ya da rastlantıyla kendi yapar; bu yüzden de bu, değişik kimselerde, bunların değişik eğilimlerine, eğitimlerine, ilgilerine vb. göre değişik olur. Görenekler, anlıkta düşünmeye istençte karar verme ve bedende davranış alışkanlıkları yapar; bunlar canlılarda devinen katarlar biçimde yerleşmiş gibidir; bir kez devime geçtiklerinde, alıştıkları hızla, çok çiğnenerek düzelmiş ve üzerinde yürünmesi sanki doğalmış gibi kolaylaşmış bir yoldaki gibi, yürüyüşü sürdürürler. Biz düşünmekteyken, böylece ideler zihnimizde üretilmiş görünür; böyle değilse bile bu, bedenin böyle davranışlarını açıkladığı gibi, idelerin, birkez yola girdikten sonra alışılmış sıraya göre birbirini izlemesini açıklamaya yarayabilir. Bir ezgiye alışmış olan bir çalgıcı bunun bir kez zihninde başlamasının arkasından, onun notalarının, idelerinin, hiçbir özen ve dikkate gerek kalmadan ve düşünceleri başka yerlerde gezinirken, parmaklarının başlamış ezgiyi çaldığı aracın tuşları üzerindeki devimine uygun düzenlilik içinde birbirini izlediğini görecektir. Bu idelerin ve parmakların bu düzenli oyununun doğal nedeninin, onun canlılığının doğal bir etkisi olup olmadığı üzerine, bu örnekte bunun çok olası görünmesine karşın birşey söylemeyeceğim." (s. 233)

Locke, ayrıca yine çağrışımlardan hareketle, bazı şeylerin kişide benzer duygular uyandırmasını veya bazı şeylerin kişi tarafından sevilememesini günümüzde de geçerli olan bir takım tezlere benzer bir biçimde savunmaktadır. Locke şöyle yazmaktadır;

"İnsanların çoğunda, sanki doğalmış gibi güçlü işlediği ve düzenli etkiler doğurduğu gözlemlenen duygudaşlık ve sevemezliklerin çoğu, belki de haklı olarak buna yüklenebilir ve bunlara böyle denmesinin sebebi budur; oysa bunların başlangıçtaki nedeni çok güçlü bir ilk izlenimin ya da aşırı bir hoşgörü böyle birleştirdiği iki idenin rastlantısal bağlantısıdır; öyle ki sonradan bunlar, sanki bir tek ideymiş gibi, bir kimsenin zihninde herzaman birlikte bulunurlar. Sevemezliklerin hepsinin değil, bir bölümünün böyle olduğunu söylüyorum; çünkü bunlardan bir bölümü gerçekten doğal olup bizim özgün yapımızdan gelir ve bizimle birlikte doğar; fakat doğal sayılanlardan büyük bölümünün dikkatli gözlemlendiklerinde kaynakları anlaşılabilecek olan, belki de erken yaşlarda önem verilmemiş izlenimler ya da sebepsiz kuruntular olduğu görülür." (s. 233-234)

Locke böylece, düşüncelerin çağrışımının varlığını, temelde doğuştan olmadığını ve diğer psikolojik süreçlerde de etkili olabileceklerini ileri sürüyordu. Bununla birlikte çağrışım üzerine geniş çaplı bir tartışmaya girmiyordu.

Çağrışım düşüncesinin ilerlemesinde Locke'dan sonraki adım George Berkeley'e aittir. Berkeley, çağrışım ilkelerinin açıklanmasına dolaylı olarak giriştiyse de, kendi bu terimi hiç kullanmamıştır (Watson, 1963, s. 183). Gerçekte Berkeley, çağrışıma yalnız karmaşık ideaların açıklanması için ele almıştı. Onun çağrışım ilkesine göre, yalın duyusal idealar, karmaşık ideaları biçimlemek için birleşirler. Yani karmaşık idealar, direkt olarak, yalın elemanlarına ayrılabilirler. Ona göre karmaşık ideaların temeli tek tek duyuların birbirine eşlik etmesidir.

Berkeley'in çağrışım ilkeleri algısal süreçte, çevrenin bilgisinin edinilmesi için aktif durumdadır. Ona göre derinlik algısı retinanın iki boyutlu görüşüne karşın, bizim deneyimlerimizin ve algıladığımız nesneye yaklaşıp uzaklaşmamızın sonucu olarak doğar. Berkeley'e göre bir çağrışım, örneğin derinlik algısının yapımında olduğu gibi, görsel algıyla kimi deneyimlerimiz arasında biçimlenir ( Brennan, 1991,s. 97).

Berkeley uzaklık algısının açıklanmasında da, idealar arasında "alışkısal ya da alışılmış bir bağlantı" olduğunu ileri sürer. Ona göre gözlerin aralarındaki açı vasıtasıyla algılanan duyumla uzaklığın daha büyük ya da küçük olması arasında zorunlu ya da doğal bir bağlantı yoktur, ama bu iki tür idea arasında alışkısal ya da alışılmış bir bağlantı gelişmiştir (Boring, 1950, s. 185).

Berkeley'e göre, duyuların ardıllığı ideaların kendiliğinden çağrışımının temelidir. Ayrıca Berkeley benzerlik, nedensellik ve bir arada oluş vasıtasıyla oluşan çağrışımlar arasında ayrım yapmaktadır (Watson, 1963, s. 183). Böylece Berkeley çağrışımların var olmasını gerektiren üç koşulu, yani Aristoteles'ten sonra, çağrışım ilkelerini de sıralamış oluyordu.

Düşüncelerin çağrışımı üzerinde açık olarak duran ilk isim David Hume'dur. Hume, yalın ideaların karmaşık ideaları biçimlendirmek için, zihin içinde üç çağrışım yasasıyla uyumlu olarak birleştiklerini ileri sürüyordu: benzerlik, zaman veya mekan içinde ardıllık ve neden-sonuç ilişkisi (Hothersall, 1995, s. 65-66).

Hume'a göre, yalın idealar, aralarında kimi bağlantılar, kimi çağrışımsal nitelikler olmadan, tek başlarına karmaşık idealara dönüşemezler.

Hume, çağrışımı bir çekim, ya da idealar arasındaki bir kuvvet olarak görüyordu. Çağrışımsal nitelik onun için bir "hafif kuvvet"tir (gentle force) (Hume, 1964, s. 319;Boring, 1950, s.191; Lowry, 1971,s.28-29). Hume bu teorisiyle bir bakıma, Newton fiziğini, insan zihnine uyguluyor ve maddeler arasındaki ilişkiyi idealar arasında yeniden buluyordu.

Hume, tanımladığı çağrışım ilkeleri içinde, nedenselliğe daha az bir önem atfetmektedir. Ona göre nedensellik, diğer iki çağrışım biçimiyle aynı düzeyde değildir. Nedensellik, benzerlik ve ardıllık ilkelerinin özel birer durumuna indirgenebilir (Watson, 1963, s. 187).

Ayrıca, Hume'a göre çağrışımsal ilkeler zorunlu durumlardan değil, yalnız görgül genellemelerden ibarettir (Jones, 1952, s.768).

Hobbes, Locke, Berkeley ve Hume, her ne kadar çağrışım üzerinde duruyorlardıysa da, çağrışım ilkesi onların felsefesinde yardımcı bir kavramsallaştırma olarak görünmektedir. Aydınlanma sonrasında, çağrışım ilkesinin felsefe alanına bu yeniden girişi, yeniden inceleme konusu yapılması, özellikle Britanya Görgücülüğünün etkisi altındaki Adalı ve Kıtalı felsefecilerin, çağrışım üzerinde daha bir önemle durmasının yolunu açmıştır.

Söz konusu felsefecilerden biri David Hartley'di. Hartley'in teorisiyle birlikte, Britanya Görgücülüğü, Britanya Çağrışımcılığına evrimleşmiştir. Hartley büyük oranda Newton metodolojisini zihin problemine uyguluyordu. Bu anlamda Hume'un temel bakışını kabul ediyordu. Hartley, mekanistik bir materyalizmle, duyumların moleküler sinir titreşimleriyle ortaya çıktığını, çağrışımında benzer bir titreşimin doğrudan sonucu olduğunu ileri sürüyordu (Rosenthal ve Yudin, 1980, s. 199).

Hartley, çağrışımla ilgili tek ilke olarak bir arada oluşu ileri sürüyordu. Bununla birlikte, iki çağrışım biçimi tanımlıyordu. Bunlardan biri olan ardıl çağrışım, duyuların zaman dizisi içindeki ardıllığına, kendiliğinden (ya da eş zamanlı) çağrışım ise, duyuların bir arada ortaya çıkmasına bağlıydı.

Hartley için çağrışım koşulu tekrardı. Duyular, idealar, hareketler veya titreşimler, "yeterli zaman sayısı" ile çağrışımlanabilirlerdi (Hartley, 1973, s.14; Boring, 1950, s.198).

Hartley, özellikle çağdaşı olan Joseph Priestley'in çağrışım düşüncesi üzerinde etkileyici olmuştur. Priestley de kendi çağrışım teorisini, tıpkı Hartley'de olduğu gibi titreşim kavramıyla açıklama yolunu seçmiştir.

Bu dönemde İskoç okulu, Britanya çağrışımcılığı üzerine bir etkinlik kurmuştur. İskoç okulunun önemli bir temsilcisi Thomas Brown, çağrışım yasalarıyla ilgilenmiştir. Brown çağrışım yerine anımsatma (suggestion) terimini kullanır. Ona göre bir idea diğerini anımsatır, ancak aralarında maddesel bir bağlantı sözkonusu değildir. Brown, anımsatmanın üç yasası olarak, benzerlik, zıtlık ve zaman-mekan yakınlığını ileri sürer (Leahey, 1992,s. 125).

Bununla birlikte, çeşitli durumlara bu üç yasanın uyarlanması yine Brown'nın tanımladığı ikincil yasalar vasıtasıyla mümkündür. Bu yasalar, Brown tarafından, orijinal duyuların göreli sürekliliği, göreli canlılığı, göreli sıklığı, göreli tazeliği, daha az alternatif çağrışımlarla geçmişteki bir arada oluşu, bireylerin birincil yasaları uyarlamasında ki yaradılıştan ileri gelen farklar, aynı bireyde zamanın duygusal çeşitliliklerine göre oluşan değişiklikler, bireyin durumundaki geçici başkalaşmalar ve birincil yaşam alışkanlıkları ve düşünceler olarak sıralanmıştır (Murphy ve Kovack, 1972, s. 58; Watson, 1963, s.193).

Kuşkusuz Britanya Görgücülerinin etkisi Britanya'yla sınırlı kalmamıştır. Başta Locke olmak üzere Britanya Görgücülerinin izinden giden, Kıta Avrupası'nda, özellikle Fransa'da bir grup felsefeci belirdi.

Pierre Louis Moreau de Maupertius, çağrışım ve alışkanlık gibi görgücü terimlerle matematiksel ve düzeneksel ilkelerdeki zorunlu bağlantının açıklanabileceğini ileri sürüyordu (Copleston, 1989,s. 32). Bir ansiklopedist olan Etienne Bonnet de Condillac, düşüncelerin ancak bir işaret veya sözcükle bağlandıkları zaman belirlilik kazandığını ileri sürüyordu. Ona göre bir görgülenim bir işaret ya da simgeyle bağlanmadığı sürece başka düşüncelerle bir birleşme içine giremez, bu yüzden de dil, zihnin karmaşık bileşiminin gelişimi içinde çok önemli bir yere sahiptir.

Condillac ayrıca, isteklerin ortaya çıkmasında da, çağrışıma özel bir önem veriyordu. Ona göre, nahoş bir durum yaşayan insan geçmişteki hoş bir durumu anımsayacak olursa, o mutlu durumu yeniden kazanma gereksinimi duyacaktır ve böylece ortaya istek çıkacaktır (Copreston, 1989, s.53). Burada çağrışımın zıtlık ilkesi içinde ortaya çıkması sözkonusudur.
Kerem imza


Deli tarafıma denk gelmeyin, zira orada ben bile hükümsüzüm...

19. YÜZYIL ÇAĞRIŞIMCI PSİKOLOJİSİ

Britanya çağrışımcılığı, 19. yüzyıla gelinirken, baba ve oğul Mill'ler ve Alexander Bain'nin etkisi altına girdiği görülmektedir.

James Mill'in görüşüne göre duyular idealara önderlik ediyordu.İdeaların çağrışımına ayırdığı klasikleşmiş bölümünde James Mill şöyle yazıyordu:

"Düşünce düşünceyi, idea ideayı sürekli olarak takip eder. Eğer bizim duyularımız uyanıksa, sürekli olarak gözden, kulaktan, dokunuştan vs. duyular alırız; ama yalnız duyular değil. Duyulardan sonra idealar, biçimsel olarak alınmış olan duyuların sürekli uyanıklığıdır; bu idealardan sonra diğer idealar; ve tüm yaşamımız boyunca, duyular ve idealar olarak adlandırılan bu iki bilinç durumu serileri değişmez olarak sürer. Bir at görüyorum; bu bir duyudur. Doğrudan doğruya onun binicisini düşünüyorum; bu bir ideadır. Binici ideası bana onun ofisini düşündürüyor, o bir devlet bakanıdır; bu başka bir ideadır. Devlet bakanı ideası bana devlet işlerini düşündürüyor; ve ben bir politik idealar dizisinin içine yönlendiriliyorum; akşam yemeği için çağrıldığım zaman; bu yeni bir duyudur." (Hothersall, 1995, s.70-71; Boring, 1950, s.223)

James Mill'e göre çağrışımsal hatlar iki yolla kurulabilir. Kimi duyumlar birlikte ya da eş zamanlı olarak meydana gelir. Diğer duyumlarsa düzenli olarak sıralı veya ardıl olarak oluşabilirler (Leahey,1992, s.144).

James Mill çağrışım koşulu olarak üç dayanıklılık kriteri tanımlar: süreklilik, kesinlik ve basitlik. Mill, bunları gözlemsel kriterler olarak koyar. Bunların dışındaysa iki çağrışım koşulunun altını çizer: canlılık ve sıklık (Boring,1950, s. 224; Hothersall, 1995, s. 71). Ona göre, bu iki koşul çağrışım farklılıklarının temel nedeni olarak görülmelidir.

James Mill için, çağrışımsal ilke olarak bir arada oluş tektir. Bununla birlikte Mill, etkin bir çağrışımsal bir ilke olarak benzerliği reddeder.

James Mill'in oğlu John Stuart Mill, babasının ileri sürdüğü "zihinsel bileşke" düşüncesinin karşısına "zihinsel kimya" düşüncesiyle çıktı. Yani ona göre bütün, parçaların aritmetik bir toplamından ibaret değildi. Tek tek yalın ideaların bilgisi, karmaşık ideaların bilgisini bize vermemektedir. Çağrışımsal ilişkiler bu kimyasal yasa içinde ele alınmalıdır.

Çağrışım yasalarının ele alınmasında John Stuart Mill her ne kadar gençliğinde babasının yolunu izlediyse de sonraları "sıklık" ilkesini bağımsız bir yasa olarak tanıdı. Çağrışımsal ilkeleri 1865'te benzerlik, birarada oluş, sıklık ve ayrılmazlık olarak tanımlayarak, 1843'de tanımlamış olduğu benzerlik, birarada oluş ve şiddetin çağrışım ilkeleri olduğu yolundaki kendi görüşünü de düzeltmiş oldu.

John Stuart Mill'in çağrışımcılığı saf psikolojik olmayan mantıksal ve metafiziksel görüşün kapsamı içinde ortaya çıkmıştır (Leahey, 1992, s.146).

Britanya çağrışımcılığının son temsilcisi Alexander Bain olarak kabul edilir. Bain çağrışımcılık felsefesini sensorio-motor fizyolojiyle, insan psikolojisine bir bütünlük kazandırmak için birleştirmişti (Leahey, 1991, s. 49). Bain'in çağrışım teorisi temelde iki yasaya dayanıyordu: bir arada oluş ve benzerlik. Bir arada oluş yasası beraberindeki bir aradalığın tekrarı, dikkat ve bireysel farklılık ilkeleriyle ilişki içindeydi. Benzerlik ilkesini kullanırken Bain'in amacı, buluş ve zihinsel yaratımı ifade eden "olumlu çağrışım" için psikolojik bir ölçüt sağlamaktı.

Bain ayrıca bir "bileşik çağrışım" dan sözetmektedir. Onun görüşüne göre çağrışım, tüm çağrışımsal faktörlerin işleminin bir sonucu olarak ele alınmalıdır (Boring, 1950,s.239).

Bain'in çalışmalarının ardından "Britanya çağrışımcılığı" veya "çağrışımcı psikolojisi" kapsamı altına alınabilecek bir isimden söz etmek güçtür. Bununla birlikte, Britanya'nın etkisi, Kıta Avrupası'nda ve bu dönemde özellikle Almanya'da karşılığını biraz farklılaşarak da olsa bulmaktadır.

Bir Alman olan Herbert Spencer, bu dönemde "evrimci çağrışımcılık" olarak isimlendirilen doktrinini geliştirmiştir. Spencer, aynı cins terimler arasındaki çağrışımların benzerlik ilkesine dayandığını ileri sürüyordu. Bununla birlikte çağrışımların deneyimler vasıtasıyla kurulduğunu savunarak, birarada oluş ilkesini de tamamen terketmiyordu. Ona göre, çağrışımın iki koşulu, canlılık ve tekrardı (Watson, 1963,s.293; Boring, 1950, s. 241).

Spencer, sosyolojide olduğu gibi psikolojide de teorisini biyolojinin kavramlarına dayandırmaktadır. Özellikle, Darwin'in evrim teorisinin etkisiyle Spencer, çağrışımsal sürecin, türün gelişimi içinde, kuşaklar arasında yığışımsal olarak birikerek geliştiğini savunuyordu.

Spencer'in doktrini ile birlikte, çağrışım düşüncesi klasik psikoloji içindeki son aşamasına da ulaşmış bulunuyordu. Spencer'in ardından onun takipçisi olan Henry Lewes gibi felsefeciler geldiyse de, çağrışım düşüncesinin gelişimine yukarıda bakışları özetlenen, öncelleri kadar önemli katkılarda bulunmadılar.

SONUÇ

Çağrışım düşüncesinin ilkçağ felsefecilerinde başlayıp, Aydınlanma sonrası Avrupa felsefesinde devam eden klasik psikoloji içindeki gelişimi, modern psikolojinin kuruluşunun hemen öncesinde son aşamasına varmıştır.

Klasik psikolojinin bu gelişimi, özde, modern psikolojinin ortaya çıkışıyla ifade olunan niteliksel bir sıçrayışın, niceliksel önceli olarak görülebilir. Şüphesiz çağrışım düşüncesinin evrimi Spencer'la birlikte sona ermemektedir. Ancak çağrışımın incelenmesi, modern psikolojinin doğuşuyla birlikte, artık spekülatif felsefi olarak değil "deneysel" olarak yapılmaktadır. Artık çalışmalar Ebbinghaus, Pavlov gibi araştırmacılar tarafından sürdürülmektedir. Felsefe, elindeki bayrağı "deneysel psikolojiye" devretmiştir.


KAYNAKÇA

BORING, E.G. (1950) A history of experimental psychology. New York: Appleton-Century-Crofts.

BRENNAN, J.F. (1991) History and systems of psychology.(3rd ed.) New Jersey: Prentice-Hall International.

COPLESTON, F. (1989) Felsefe tarihi. Cilt 6-1. Aydınlanma. (Çeviren: Aziz Yardımlı) İstanbul: İdea.

DREVER, J. (1965) The historical background for national trends in psychology: on the non-existence of english associationism. Historical perspectives in psychology: readings'de. (ed.) V.S. ...ton, H. Misiak. Michigan: Brooks/Cole.

DREVER, J. (1968) Some early associationists. Historical roots of contemporary psychology'de.(ed.) B.B. Wolman. New York: Harper and Row.

HARTLEY, D. (1973) Hartley's theory of human mind. New York: Ams Press.

HOTHERSALL, D. (1995) History of psychology. (3rd ed.) Ohio: Mc Graw- Hill.

HUME, D. (1964) The philosophical works. Volume 1. Darmstadt: Scientia Verlag Aalen.

JONES, W.T. (1952) A history of western philosophy. Volume 2. New York: Harcourt, Brace and World.

LEAHEY, T.H. (1991) A history of modern psychology. New Jersey: Prentice-Hall International.

LEAHEY, T.H. (1992) A histoy of psychology: main currents in psychological thought. (3rd ed.) New Jersey: Prentice-Hall International.

LOCKE, J. (1996) İnsan anlığı üzerine bir deneme. (Çeviren: Vehbi Hacıkadiroğlu) İstanbul: Kabalcı.

LOWRY, R. (1971) The evolution of psychological theory-1650 to the present. Chicago: Atherton.

MURPHY, G., KOVACH, J.K. (1972) Historical introduction to modern psychology. (3rd ed.) New York: Harcourt, Brace Jovanovich.

PLATON (1995) Phaidon. (Çeviren: Ahmet Cevizci) An Gündoğan.

ROSENTHAL, M., YUDİN, P. (1980) Materyalist felsefe sözlüğü. (4.Baskı) (Çevirenler: Enver Aytekin, Aziz Çalışlar) İstanbul: Sosyal.

SCHULTZ, D. (1960) A history of modern psychology. New York: Academic Press.

SORABJI, R. (1972) Aristotle on memory. London: Brown University Press.

SULLIVAN, J.J. (1977) Associationism: a historical review. International encyclopedia of psychiatry, pschology, psychoanalysis and neurology. Volume 2'de. (ed.) B.B. Wolman. New York: Aesculapius.

TAYLOR, A.E. (1960) Plato, the man and his work. (7th ed.) New York: Methuen.

WATSON, R.I. (1963) The great psychologists: from Aristotle to Freud. Philadephia: J.B. Lippincott.

WATSON, R.I. (1979) Basic writings in the history of psychology. New York: Oxford University Press.
Kerem imza


Deli tarafıma denk gelmeyin, zira orada ben bile hükümsüzüm...

Türkiye'de Psikoloji Tarihi Yazımı Üzerine

I. Dünyada ve Türkiye'de Psikoloji Tarihi



Psikoloji tarihi ve genel olarak teorik psikoloji Türkiye'de henüz bir araştırma alanı olmaktan uzak bulunuyor. Konuyla ilgili çevirilerin sayısı ne yazık ki bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az. Üniversitelerin psikoloji bölümlerinde "psikoloji tarihi" dersleri daha yeni yeni yer bulmaya başladı. Bununla birlikte psikoloji felsefesine ilişkin pek bir çalışma yapıldığını iddia etmek mümkün değil.

Teorik psikolojiye gösterilen ilgi konusunda aslında Türkiye ile bir çok Avrupa ülkesi arasında önemli bir fark bulunmuyor. Gerçi psikoloji tarihine ilişkin dünya üzerindeki ilk çalışmaların yazımı aşağıda değinilecek nedenlerle psikoloji tarihinin erken dönemlerine dayanır. Ama psikoloji tarinin bir alt-alan olarak kurumsallaşması ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında, özellikle de 1960'ların ortalarında mümkün olmuştur.

Psikoloji tarihi historiyografyası içinde sadece psikoloji tarihi için değil genel olarak bilim tarihi için de geçerli olan iki dönem ayırt etmek mümkündür. Psikoloji tarihi yazımında "eski" tarih diye adlandırılan birinci dönem 19. yüzyılın ortalarından 1950'li yılların ortalarına uzanır. Bu dönemin psikoloji tarihi çalışmaları, diğer bilimler için de geçerli olduğu gibi alanın içindeki eski araştırmacılar tarafından yürütülür. Bu araştırmacılar genellikle artık bilimsel araştırma yapmayı bırakmış ve kendilerini çalışmış oldukları alanın tarihine ilişkin çalışmalara vermişlerdir. Üstelik bu araştırmacılar herhangi bir tarih formasyonuna sahip de değillerdir. "Eski" psikoloji tarihi yazımının klasik çalışması şüphesiz E. G. Boring'in 1929'da yayınlattığı "History of Experimental Psychology"1 adlı eseridir. Boring'in çalışmasından da görülebileceği gibi "eski" tarih yazımı, Thomas Leahey'in2 terimiyle, "yukarıdan" bir tarih yazımıdır. Eleştirel olmaktan çok, politik ve diplomatiktir. Temel konusu "büyük" adamlar ve "büyük" olaylardır. Okunulabilir hikayeler anlatır ve bunları başka tarihçilerden çok, halkın eğitimli tabakasına sunar. Yani bir nevi "popüler tarih" anlayışını benimser.

Tarih yazımında "yeni" dönem, psikoloji için ancak 1960'ların ortalarında gelişebildi. Ancak tarih yazımına tümüyle bu yeni anlayışın egemen olduğunu bugün bile söylemek mümkün değildir. Bu yeni dönemin başlıca özelliği psikoloji tarihi yazımının bir uzmanlık alanı haline gelmesidir. Artık bu araştırmalarda tarih formasyonu da önemli bir yer tutmaktadır. Bu dönemin bir diğer özelliği de "eski" tarih anlayışı tarafından pek de dikkate değer bulunmayan psikolojinin sosyal yapısının incelenmesidir. Burada kastedilen sadece bilimsel topluluğun kendi iç örgütlenişi değil, aynı zamanda bu topluluğun örgütlendiği toplumun da yaşayışıdır. Bu anlayış psikolojiyi toplumdan ve tarihten soyutlanmış bir takım "büyük adamların" yarattığı bir bilim dalı olarak ele almamakta, onu içinde bulunduğu toplumsal ve tarihsel bütün içinde tanımlamaya çalışmaktadır. Özellikle 1960'lardaki öğrenci hareketinin ve sonrasında hızla gelişen eleştirel psikoloji akımlarının da etkisiyle bugün modern tarih yazımı sıklıkla eleştirel ögeler barındırmaktadır.

Psikolojinin kendi tarihine ilişkin genel ilgisizliğinin dayanak noktasını psikoloji içindeki hakim paradigmanın belirlediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Psikolojinin bir 'doğa bilimi' olduğu iddiası ve psikologların teorik değil deneysel çalışmalarla ilgilenmesi gerektiği bütün dünyada bir çok psikolog tarafından paylaşılan bir görüştür. Bu görüşe göre psikoloji tarihinin araştırılması da psikologlara değil bilim tarihçilerine bırakılmalıdır.

Oysa bu, psikolojinin kendine özgü bir takım özelliklerinden dolayı mümkün değildir. Psikoloji tarihine yönelik ilgi salt bilim tarihi çerçevesinde değerlendirilemez. Psikoloji tarihinin kendi tarihine bakıldığında görülecek olan, bu konuyla ilgili çalışmaların psikolojinin bir takım "kriz" dönemlerinde yoğunluk kazandığıdır. Örneklemek gerekirse: Psikoloji 19. yüzyıldan 20. yüzyıla girilirken bağımsız bir araştırma ve bilgi alanı olarak komşu disiplinlerine karşı dayanabilmek ve kendi sınırlarını belirlemek zorundaydı. Bu zorunluluk teorik psikoloji çalışmalarına olan eğilimi güçlendirmişti. Aynı şekilde 20li yıllar ve 30lu yılların başında psikoloji, birbirleriyle yarış halinde çok sayıda okul ve anlayış tarafından parçalanmak tehdidi altında bulunuyordu.3 Yine psikolojinin "kriz"lerine dair bir diğer örnek de psikolojinin çevresel nedenlerle yeniden yapılandırılmak ihtiyacında bulunduğu dönemlere ilişkindir. Nazizm sonrası Almanyası ve Avusturyası buna iyi birer örnektir.4

Görüldüğü üzere psikoloji tarihinin gündeme gelişi psikolojinin "kriz" dönemleriyle bir paralellik taşımaktadır. Thomas Kuhn'un terminolojisini5 metaforik olarak kullanırsak, psikoloji tarihi "kriz" ve "devrim" dönemlerinde gündeme gelirken, "olağan bilim" döneminde yadsınmaktadır.

Buradan hareketle psikoloji tarihinin Türkiye'de neden genellikle gündem dışı olduğuna dair fikir yürütmek mümkündür. Bir çok orta ve az gelişmişlikteki ülkede de durum aynıdır: Bilimsel bilgi bu ülkelere büyük oranda dışarıdan "ithal" edilmektedir ve yine Kuhn'un kavramlarını kullanmak gerekirse ithal edilen "kriz"ler değil, genellikle "ders kitapları" bilimidir. Bu nedenle "Krizler" ve "paradigma değişimleri" çevre ülkelerde merkez ülkelerde yaptığı etkiyi yapmamakta ve bu ülkelerde psikoloji çalışmaları sürekli ithal edilen bir "olağan bilim" durumunda kalmaktadır.

Diğer yandan psikoloji tarihi çalışmaları günümüzde çevre ülkelerde de önem taşımaktadır. Bu ifadeyle yukarıda belirtilen, psikoloji tarihi çalışmalarının yoğunluğunun psikolojinin "kriz"leri ile paralellik taşıdığı iddiası arasında bir çelişki yoktur:

Birincisi özellikle bilgi akışının hızlanmasıyla birlikte artık merkezlerdeki "krizler" çevre ülkeler tarafından da çok daha şiddetli hissedilmekte, modern tartışmalar eskiye oranla oldukça hızlı bir şekilde çevre ülkelere dahil olabilmektedir. Üstelik kimi alanlarda çevre ülkelerden gelen çalışmaların sayısı, hiç de merkez ülkelerdekilerden az değildir.

İkinci olarak, çevre ülkeler de geçmişte, merkez ülkelerdeki paradigmaları benimseyerek "kriz"leri savuşturamamış, belki bir miktar geciktirmiş, ancak bu paradigmaların kendi ülkelerindeki sağlamalarının yapılmasında hep bir takım sorunlarla karşılaşmışlardır. Bunun sonucunda "daha ulusal" psikoloji geleneklerinin gündeme gelmesi sözkonusudur. Bugün kimi Arap ülkelerinde İslam ile psikolojinin bütünleştirilmelerine yönelik bir eğilim görünmektedir.6 Bugün özellikle kültürler-arasılık boyutunda psikolojinin yeni bir "kriz"inden sözedildiğini duymak şaşırtıcı değildir. Bu "kriz" artık merkez ülkelerin sınırlarını aşan genel bir "kriz" olarak değerlendirilmelidir. Psikoloji tarihi bilgisi de bu "kriz"in hangi yolla aşılacağına ilişkin ipuçlarını elinde bulundurmaktadır.
Kerem imza


Deli tarafıma denk gelmeyin, zira orada ben bile hükümsüzüm...

II. Psikoloji Tarihi Yazımının Önemi

Psikoloji tarihi çalışmasının neden önemli olduğuna ilişkin daha bir çok görüş ileri sürmek mümkündür. Öncelikle bilimsel araştırmanın devamlılığına ilişkin vurgu önemlidir. Psikolojinin metodolojik ve paradigmatik sürekliliğini ve kopuntularını, temel kriz dönemlerini ve bu krizlerin aşılma yöntemlerini psikoloji tarihi bilgisi ile yerli yerine oturtmak mümkün olmaktadır.

Ancak eleştirel psikoloji adına vurgulanması gereken daha önemli bir nokta, psikoloji tarihinin psikoloji felsefesi ile ilişkisidir. Burada söz konusu olan yalnız psikolojinin metodolojik tercihleri değil, aynı zamanda "genel dünya görüşündeki" değişimlerdir de. Psikoloji batı ülkelerinde daha İkinci Dünya Savaşı öncesinde, salt akademik bir araştırma alanı olmaktan çıkarak toplumsal yaşamda da yaygın olarak karşılık bulmaya başladı. Ancak bu süreç özellikle savaş sonrası dönemde büyük bir ivme kazandı. Psikolojinin bu gelişimini Lucien Goldmann'ın bu döneme ilişkin bakış açısı ile karşılaştırmak mümkündür.7 Goldmann'a göre İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa kapitalizmi bir "bunalım kapitalizmi" olmaktan çıkarak bir "düzenleme kapitalizmi" haline evrilmiştir. Bu dönüşüm sırasında daha önceleri felsefenin tuttuğu ideolojik yeri toplumsal bilimler tutmaya başlamıştır ve bu toplumsal bilimler "düzenleme kapitalizminin" kurucu bir ögesi durumuna dönüşmüştür. Nitekim psikolojinin tarihine bakıldığında yalnız pratik uygulamaları bakımından değil, genel paradigmaları bakımından da ideolojik etkileşimlerinin kuvvetli olduğu görünmektedir. Vurgulanması gereken nokta çok temel felsefi tutumda psikolojinin kendi iç ,,bilimsel" dinamiklerinden daha çok, dış toplumsal ve tarihsel dinamiklere bağlı kaldığıdır. Psikoloji tarihi çalışması bu etkileşimi gözler önüne sermesi itibarı ile, yalnız psikolojinin ideolojik karakterini deşifre etmenin ötesinde, psikolojinin modern kapitalist toplum içindeki kurucu rolünün görülmesini de destekleyecektir.
Kerem imza


Deli tarafıma denk gelmeyin, zira orada ben bile hükümsüzüm...

III. Türkiye'de Psikoloji Tarihi ve Bazı "Hatalar"

Bu noktada, bu makalenin amacını ve sınırlarını fazlasıyla aşacak bu tartışmayı bir yana bırakıp, Türkiye'de psikoloji tarihi çalışmalarının bugününe gözatmakta fayda var. Türkiye'de psikolojinin tarihine ilişkin henüz kapsamlı bir çalışma yayınlanmamıştır, ancak bazen uluslararası bir derlemede ya da bir dergide konuyla ilgili birşeyler yazmak gerekmektedir. Bu türden yazıların derinlikli araştırmalardan çok, basit tanıtıcı yazılar olmaları genel özellikleridir ve bilimsel "efsaneler" ve "söylentiler" şu ya da bu nedenle bu yazılar içinde kolayca yer bulabilmektedir. Üstelik her yeni çalışma kendinden önce yazılmış aynı türden bir çalışmayı kaynak gösterdiğinden bu efsaneler ve söylentiler yeni çalışmalarda da kendini yeniden üretmektedir. Bu çalışmaların ortak yanı "eski" tarih yazımı adı verilen yöntemin hakimiyetidir. Öyle ki Türkiye'de psikolojinin tarihi neredeyse yeni bir anlayışla tümüyle yeni baştan bir kurguyu gerektirmektedir. Aşağıda bu tarz çalışmalarda Türkiye'de psikolojinin tarihinin yazımı sırasında sıklıkla tekrarlanan hataların en göze çarpanları açıklanmıştır.
Kerem imza


Deli tarafıma denk gelmeyin, zira orada ben bile hükümsüzüm...

a) Türkiye'de Psikolojinin Başlangıcı ve İlk Psikoloji Yayınları

Türkiye'de psikolojinin başlangıcına ilişkin "resmi tarih" anlayışı Dr. Georg Anschütz'ün 1915 yılında Almanya'nın ünlü "eğitim yardımı" programı kapsamında Darülfünun'a gelişini esas almaktadır. Almanya'nın Osmanlı'daki Fransız etkisini kırmak ve özellikle aydınlar içinde bir "nüfuz alanı" yaratmak amacıyla Darülfünun'a yardım için ilk partide gönderdiği 15 öğretim üyesi arasında Hamburg Üniversitesinin asistanlarından Georg Anschütz de bulunmaktadır. Anschütz kimi kaynaklarda "profesör" olarak anılmaktadır, ancak bu, Fransızca kaynaklı bir alışkanlıktan başka bir şey değildir. Nitekim 1886 doğumlu Anschütz İstanbul'a geldiğinde sadece 29 yaşındadır. Diğer yandan Çiğdem Kağıtçıbaşı Anschütz'ün geldiği yıl olan 1915'de ilk psikoloji kitabının da yayınlandığını ileri sürmektedir.8

Türkiye'de psikolojinin başlangıcının Anschütz'ün İstanbul'a gelişi olarak kabul edilmesi gerektiği iddiası, aslında Türkiye'de bugün psikoloji dünyasına egemen olan paradigmadan doğmaktadır: Bu anlayışa göre psikoloji deneysel psikoloji ile eşitlenmekte, deneysel olmayan psikoloji tümüyle tartışma dışı bırakılmaktadır. Anschütz'ün İstanbul'a gelişi gerçekten de batılı anlamda bir deneysel psikolojinin Türkiye'ye girişi olarak kabul edilebilir. En azından Anschütz'ün çabası "ilk girişim" olarak değerlendirilebilir. Sonuçta Anschütz savaş koşullarında öğrenci yokluğundan dolayı9 sadece kurduğu darülmesaide faaliyet göstermiş, geride bir tek makale10 dışında hiçbirşey bırakmadan, kontratı devam ettiği halde, 1918'de Mondros Antlaşması gereği İstanbul'dan ayrılmış ve Nazizm döneminde Gustav Deuchler'le birlikte meslek hayatının en parlak günlerini yaşayacağı Almanya'ya dönmüştür. Bu nedenle Anschütz'ün İstanbul'daki faaliyeti deneysel psikolojinin ve bir deneysel psikoloji laboratuarının Türkiye'ye ilk girişi olarak kabul edilebilirse de Türkiye'de psikolojinin "kuruluşu" olarak değerlendirililebilir nitelikte değildir.

Bununla birlikte genel olarak psikolojinin ülkeye girişi çok daha öncelere dayanır. Üniversitede psikolojiyle ilgili bilinen ilk ders Aziz Efendinin Darülfünun-i Osmani'nin 1869'daki açılışından önce Ramazan ayını değerlendirmek amacıyla halka açık olarak düzenlenen gece konferasları arasında verdiği "Emcazi Ekalim" dersidir.11 1908 Devriminden sonra da Babanzade Naim Bey'in İlm-un Nefs adıyla biraz teoloji ağırlıklı psikoloji dersleri verdiği bilinmektedir.12

Psikolojiye ilişkin ilk yayının tarihi ise belli değildir. Açık olan bir şey varsa bu da bu ilk yayının 1915'den çok daha önce yapılmış olduğudur. Sami Kayral13 1915 yılından önceye ait 11'i çeviri 29 eser, Nuri Bilgin de14 9'u çeviri 27 eser saymaktadır. Bu eserlerin en eskisi Yusuf Kemal'in 1876'da yayınlanan "Gayet-ül Beyan Fi Hakikat-ül-İnsan Yahut İlm-i Ahval-i Ruh" adlı eseridir. Yabancı dilden yapılan ilk çeviri ise 1907'de Mısır'da yayınlanan Le Bon'un ünlü Psychologie des Foules eserinin Abdullah Cevdet tarafından yapılmış "Ruh-ül Akvam" başlıklı bir çevirisidir. Bununla birlikte eski yazıyla hazırlanmış psikoloji ile ilgili yayınlara yönelik geniş kapsamlı bir araştırma yapılmadığından, psikolojiyle ilgili daha eski bir çalışma olup olmadığı bilinmemektedir.

b) Adhémar Gelb ve Wilhelm Peters

Dünya Savaşının kaybedilmesinden sonra Anschütz Almanya'ya dönmüş ve psikoloji derslerini devam ettirmek sonraki dönemde Mustafa Şekip Tunç ve Ali Haydar Taner'in görevi olmuştur. Ali Haydar Taner aslında bir pedagogdur, ama 1924'e kadar Darülfünun'da kalmış ve "deneysel psikoloji" dersi vermiştir. Mustafa Şekip Tunç'sa felsefe bölümü içinde psikoloji derslerine devam etmiş ve Bergsoncu bir psikoloji anlayışını gelenekselleştirmeye çalışmıştır.

1933 yılı hem Almanya'daki hem de Türkiye'deki öğretim üyeleri için önemli bir yıl olmuştur. Almanya'da iktidara gelen nazi partisi Yahudi kökenli veya Yahudilerle evli olan devlet memurlarını görevlerinden uzaklaştırmış, böylece bir çok öğretim üyesi üniversitedeki görevinden ayrılmak zorunda kalmıştır. Türkiye'de ise aynı yıl içinde yapılan Üniversite Reformu ile İstanbul Darülfünun'u kapatılmış ve yerine İstanbul Üniversitesi'nin açılışı yapılmıştır.

Dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galib'in açıklamasına göre15 yeni üniversitede görev alacak öğretim görevlileri üçe ayrılıyordu: Eski Darülfünün hocalarından olup görevlerinden alınmayanlar, yurtdışına eğitim için gönderilmiş olan gençler ve yabancı öğretim üyeleri.

Yabancı öğretim üyelerinin getirilmesine aracı olan kişi, daha önce Darülfünun'u inceleyerek reformun gereklerini bir raporla bildirmesi istenen İsviçreli Albert Malche'dı. Malche, Zürih'te doktor Philipp Schwartz'ın yönetimi altındaki "Yurtdışındaki Alman Öğretim Üyeleri Dayanışma Birliği" (Notgemeinschaft deutscher Wissenschaftler im Ausland) ile temasa geçti. Schwartz'ın iki kez Ankara'yı ziyareti sonrasında Türkiye'ye gelecek öğretim üyeleri belirlendi.16

Türkiye'ye gelecek ilk öğretim üyeleri arasında psikolog yoktu. Daha sonra Adhémar Gelb'in davet edilmesi kararlaştırıldı. Sibel Arkonaç "Almanya'dan kaçmış olan Gelb'in" daveti kabul ettiğini ileri sürmektedir.17 Bu iddia Arkonaç'ın çalışmasında hiçbir kaynağa dayandırılmamıştır. Gelb'in daveti kabul edip etmediği bilinmemektedir. Bununla birlikte bilinen bir şey varsa, bu da, Gelb'in görevinden alındıktan sonra Almanya'dan "kaçmayan" az sayıda öğretim üyesinden biri olduğudur. Gelb 1935'e kadar Almanya'da kalmış, sonra İsveç'in Lund Üniversitesi'nden aldığı misafir profesörlüğü kabul ederek oraya gitmiş, ancak sağlığı bozulduğu için kısa süre sonra Almanya'ya dönmüş ve orada ölmüştür.18

Gelb'in ölümü üzerine bu kez Wilhelm Peters davet edilmiş ve bu daveti kabul eden Peters 15 Ocak 1937'de İstanbul'a gelmiş ve yeni kurulan "Pedagoji Enstitüsü"nün yöneticiliğini üstlenmiştir. Peters'le ilgili sıkça tekrarlanan bir hata, kendisinin Almanya'dan kaçıp Türkiye'ye geldiği yolundadır. Oysa Peters Almanya'dan ayrıldıktan sonra İngiltere'ye gitmiş, Londra'da East London Child Guidance Clinic'te çalışmaya başlamış ve Türkiye'nin daveti üzerine buradaki görevinden ayrılarak İstanbul'a gelmiştir.

c) Mümtaz Turhan'ın Almanya'daki Eğitimi

Türkiye psikoloji tarihinin en ilginç isimlerinden biri de Wilhelm Peters'in asistanı olarak yeni kurulan Pedagoji Enstitüsü'ne atanan Mümtaz Turhan'dır. Turhan 1928'de devlet bursuyla Almanya'ya gönderilmiş, Giessen, Frankfurt ve Berlin üniversitelerinde okuduktan sonra, 1935'de Frankfurt'ta psikoloji doktorasını tamamlayarak Türkiye'ye dönmüş ve 1936'da Pedagoji Enstitüsü'ne asistan olarak atanmıştır. Turhan'ın çevresinde dolaşan bir "efsane" kendisinin gestalt psikolojisinin kurucusu Max Wertheimer'in öğrencisi olduğu ve tezini Wertheimer'in danışmanlığı altında yazdığıdır. Bu hata yalnız Arkonaç'ın yukarıda bahsedilen çalışmasında değil, Peters'in de içinde olduğu bir komisyonun Turhan için dekanlığa verdiği bir referans mektubunda da geçmektedir. Oysa Wertheimer Turhan'ın Frankfurt'a geçtiği 1933 yılında görevinden uzaklaştırılmış ve kısa süre içinde ABD'ye iltica etmiştir. Bu koşullar altında Turhan'ın tezini Wertheimer'in danışmanlığında yazmış olması mümkün değildir. Bununla birlikte Turhan'ın gestalt psikolojisinden etkilendiği açıktır. Daha önceki Frankfurt oturumunda Wertheimer'le tanışmış ve hatta derslerini takip etmiş olması da olasıdır. Bununla birlikte tezini muhtemelen Wertheimer'in görevine getirilen Privatdozent Dr. Wolfgang Metzger'e vermiştir.

d) Wilhelm Peters'in Almanya'ya "Dönüş"ü

Wilhelm Peters İstanbul Üniversitesi'ndeki faaliyetine 1952 yılına kadar devam etmiştir. Bununla birlikte 1948'den itibaren Peters'in sözleşmelerinin uzatılması sürekli bir tartışma konusu haline gelmiştir. İddialara göre Peters Türkçe öğrenmek ya da Türk öğrenciler için ders kitabı yazmak gibi gerekleri yerine getirmediğinden sözleşme maddelerine aykırı davranmaktadır. Bununla birlikte 1948den başlayarak Peters'in sözleşmesi bir kez 2 yıllık, 3 kez de bir yıllık olarak uzatıldı. Bu uzatmalarda genellikle sözleşme maddeleri değişmeden kalmaktaydı. Ancak 1951 sözleşmesinde değiştirilen bir madde Peters'in İstanbul'da geçirdiği 15 yılın üstüne emekli olamadan 72 yaşında Almanya'ya dönüşüne yol açmıştır. Bu madde önceki sözleşmelerde, Peters'in hastalık halinde 6 aylık bir ücretli izne hakkı olduğunu bildirmekteydi. 1951 yılındaki kontratta bu madde bu hakkın ancak Peters "Türkiye'de" hasta olduğu taktirde geçerli olacağına dair değiştirilmiştir. Bu madde gerekçe gösterilerek Peters, 16.08.1952'de tarihinde Frankfurt Üniversite Kliniğinde geçirdiği prostat ameliyatı sonrasında ücretsiz izinsiz sayılmış, Peters de bunu sözleşmeye aykırı bularak istifa etmiştir. Bundan sonra Peters Würzburg'a taşınmış ve emekli profesör olarak (Emeritus) çalışmaya orada devam etmiştir. Peters'in dönüş öyküsünün ayrıntıları genellikle pek de telaffuz edilmemiş, ancak Peters'in "Almanya'ya dönmesi"nden sıklıkla bahsedilmiştir. Oysa 1950'li yıllar Türkiye'de hayatın her alanında olduğu gibi üniversitelerde de önemli değişimleri getirmiş, özellikle ****bright burslarının da etkisiyle bu tarihten sonra akademik psikoloji dünyasında, Avrupa deneyselciliğinin yerine Amerikan işlevselciliğinin egemenliği başlamıştır. Peters'in dönüşü tam da bu dönüşümlerin biraz öncesine denk gelmiştir ve bu sınırlar içinde anlamlıdır.

Bu tezi destekleyecek bir diğer kanıt, reformun ilk yıllarında yabancı öğretim üyelerine her türlü kolaylık gösterilirken Peters'in 15 yıl sonra bu kadar kolay bir şekilde "gözden çıkarılması"dır.

Kerem imza


Deli tarafıma denk gelmeyin, zira orada ben bile hükümsüzüm...

III. Sonuç Yerine: Psikoloji Tarihi Araştırmasında Başvurulması Gereken Kaynaklar

Yukarıda da ifade edildiği gibi, "eski" anlayışla kaleme alınmış kısa tanıtıcı yazıların dışında bir uzmanlık alanı olarak psikoloji tarihi araştırması Türkiye için oldukça yenidir. Bugüne kadar konuyla ilgili yazılan makaleler, genel bir çerçeve sunmakla birlikte yanıltıcı bilgiler verebilmektedirler. Peki bir psikoloji arşivinin tutulmadığı, psikologları bir araya getiren bir kuruluşun ancak geç bir dönemde kurulabildiği bir ülkede psikoloji tarihi araştırmaları hangi kaynaklar üzerinden yürütülebilir?

Şüphesiz ilk başvurulacak kaynaklardan bir tanesi araştırılan dönemin yayınları, yani birincil kaynaklardır. Bu yayınlar yapılan çalışmaların içeriği ve niteliği hakkında oldukça kapsamlı bilgi vermekle birlikte, araştırmaların nasıl yapıldığı, ya da araştırmaların sosyal organizasyonlarının nasıl olduğu hakkında bazen fikir bile vermekte zayıf kalmaktadırlar. Nitekim burada başvurulması gereken bir kaynak, araştırılan dönemde psikoloji bölümünde hazırlanmış olan bitirme tezleridir. Bu tezlerde, genellikle bir deneysel çalışmanın bir bölümü yapılmaktadır. Bu çalışmaların genel toplamından çıkacak istatistiksel sonuçlar, ele alınan dönemin hem temel araştırma konularının ve genel paradigmalarının saptanmasında, hem de araştırmaların sosyal organizasyonlarının anlaşılmasında yardımcı olacaktır.

Yine işe yarar bir diğer kaynak kitaplık kataloglarıdır. Kısıtlı ekonomik koşullar altında psikoloji enstitüleri yurt dışında çıkan "her yayını" satın almak yerine, sadece "önemli görünen" yayınları satın almayı tercih etmişlerdir. Bu yayınların listesi ve içeriklerinin bilinmesi, araştırılan dönemde hangi yurtdışı çalışmalardan etkilenildiğini, hangi paradigmanın hakim olduğunu anlamakta faydalı olacaktır.

Bunların dışında en önemli kaynaklar bürokratik kayıtlardır. Her öğretim üyesinin üniversitede bir "özlük dosyası" tutulmaktadır. Bu dosya öğretim üyesiyle üniversite yönetimi arasındaki tüm yazışmaları ya da yazışmaların kopyalarını kapsamaktadır. Üstelik ayrıntılı bir kronolojik bilgi barındırmakta, dönemin idari sorunlarının anlaşılmasında canlı tanıkların ifadelerinden, çok daha güvenilir bir kaynak sağlamaktadır. Satın alınan deney aletlerinin listesi için ayniyat kayıtları, yabancı öğretim üyelerinin statüsü için diğer devlet kurumları tarafından tutulmuş olan dosyalar da, yayınlanmamış ama zengin bir kaynak teşkil etmektedir. Bu kaynakların kullanımında karşılaşılacak bir sorun, henüz bilimsel tarihçe çalışmaları yeterince gelişmediğinden, sözkonusu dosyaları tutan kurumların bu tarz çalışmalara pek de alışkın olmamalarından kaynaklı bir takım zorlukların çıkabilmesi olasılığıdır. Bu sorun ancak bu tarz çalışmaların sıklaşması ve yaygınlaşması ile aşılabilecek bir sorun olarak görünmektedir. Psikoloji tarihi çalışmaları sistematikleştikçe ve akademik olarak yaygınlaşmaya başladıkça bu tarz sorunlar da muhtemelen asgari seviyeye inecektir.

Birincil kaynakların kullanılması sadece kısa tanıtıcı yazıların yeniden ürettiği "efsane"lerin tarih yazımından uzaklaştırılmasını değil, aynı zamanda bu "efsane"lerin oluşumunda etkili olan kaynakların açıklamalarının yapılmasını da olası kılacaktır. Yukarıda sayılan örnekleri ele alırsak: Anschütz'ün Türkiye'de psikolojinin "kurucusu" olarak anılmasında psikolojiyi "deneysel psikoloji"ye indirgeyen felsefi tutumun, Mümtaz Turhan'ın eğitimiyle ilgili "abartılı" ifadelerin arkasında Turhan'ın politik kimliğinin, Gelb'in ya da Peters'in "sığınmacılık"larının ifade edilmesinde, ya da Peters'in dönüşüyle ilgili öykünün anılmamasında kimi ideolojik tutumların etkisi hissedilmektedir. Birincil kaynakların kullanılması bu tarzda bilgilerin yorumlanmasında en önemli ve güvenilir dayanak noktasını oluşturmaktadır. Sonuçta bilim tarihi araştırması, tarihin bir "yeniden yapılandırılması"nı gerektirmektedir ve bu yeniden yapılandırmalar yeterli kaynak olmadığı koşullarda gerçekten oldukça farklı, yanılsatıcı yapılandırmalar olma riskini fazlasıyla taşımaktadır.

IV. Kaynakça

a. Kitap ve Makaleler

Abou-Hatab, F. (1997): Psychology from Egyptian, Arab, and Islamic Perspectives Unfulfilled Hopes and Hopeful Fulfillment, European Psychologist, 2, No. 4, 356-365.

Anschütz, G. (1916): İnsanların Ahval-i Ruhiyeleri Arasındaki Ferdi Farklar Hakkında Tetkikler, Darülfünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası, Cilt 1, No. 5, 475-480.

Arkonaç, S. (1995): İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü 80. Yıl, Türk Psikoloji Bülteni, Cilt 2, 91-95.

Benetka, G. (1997): ,,Im Gefolge der Katastrophe..." Psychologie im Nationalsozialismus, Paul Mecheril ve Thomas Teo (Haz.), Psychologie und Rassismus içinde, 1997, Hamburg, S. 42-72.

Benetka, G. (2002): Denkstile der Psychologie, Viyana.

Bilgin, N. (1988): Başlangıcından Günümüze Türk Psikoloji Bibliyografyası, İzmir.

Boring, E. G. (1950): History of experimental psychology, New York.

Galip, R. (1933): Milli Eğitim Bakanı Sayın Reşit Galib'in Demeci, In: Hirş, E. (Haz.) Dünya Üniversiteleri ve Türkiye'de Üniversitenin Gelişmesi Cilt 1. İçinde, 1950, İstanbul, S. 310-319.

Geuter, U. (1980): Insitutionelle und professionelle Schranken der Nachkriegsauseinandersetzungen über die Psychologie im Nationalsozialismus. Psychologie und Gesellschaftskritik, 4, No: 13-14, 5-39.

Goldmann, L. (1998): İnsan Bilimleri ve Felsefe, İstanbul.

Kağıtçıbaşı, Ç. (1994): Psychology in Turkey, International Journal of Psychology, 29(6), 729-738.

Kayral, S. (1953): Türkçe Psikoloji Eserleri Bibliyografyası, İstanbul.

Kuhn, Th. (1976): Die Struktur wissenschaftlicher Revolutionen, Frankfurt.

Leahey, Th. (1991): A History of Modern Psychology, New Jersey.

Orhonlu, C. (1973): Edebiyat Fakültesinin Kuruluşu ve Gelişmesi (1901-1933) Hakkında Bazı Düşünceler. Cumhuriyetin 50. Yılına Armağan içinde, İstanbul, 1973, S.57-70.

Özbaydar, S. (1973): Cumhuriyetin İlk 50 yılında Türkiye'de Psikoloji. Cumhuriyetin 50. Yılına Armağan içinde, İstanbul, 1973, S.219-222.

Yıldırım, A. (1998): Türk Üniversite Tarihi, Ankara.

Widmann, H. (1973): Exil und Bildungshilfe. Die deutschsprachige akademische Emigration in die Türkei nach 1933, Bern/Frankfurt.

b. Kişisel Dosyalar

Wilhelm Peters, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ndeki Özlük Dosyası

Notlar

1 Boring, E. G. (1950): History of experimental psychology

2 Leahey, Th. (1991): A History of Modern Psychology, s. 34.

3 Benetka, G. (2002): Denkstile der Psychologie, s. 12

4 Geuter, U. (1980): Institutionelle und professionelle Schranken der Nachkriegsauseinandersetzungen über die Psychologie im Nationalsozialismus.

5 Kuhn, Th. (1976): Die Struktur wissenschaftlicher Revolutionen

6 Bak. Abou-Hatab, F. (1997): Psychology from Egyptian, Arab, and Islamic Perspectives
Unfulfilled Hopes and Hopeful Fulfillment.

7 Goldmann, L. (1998): İnsan Bilimleri ve Felsefe, İstanbul.

8 Kağıtçıbaşı, Ç. (1994): Psychology in Turkey

9 Erkek öğrencilerin çok büyük bir bölümünün silah altına alınmasından dolayı 1915-16 öğretim yılında sadece dört, 1918-19 öğretim yılında sadece 5 öğrenci felsefe bölümünü bitirmişti. 1916-17 ve 1917-18 öğretim yılları boyunca ise kimse Edebiyat Fakültesinden mezun olamamıştı. Bak. Orhonlu (1973): Edebiyat Fakültesinin Kuruluşu, s. 63.

10 Anschütz, G. (1916): İnsanların Ahval-i Ruhiyeleri Arasındaki Ferdi Farklar Hakkında Tetkikler

11 Yıldırım, A. (1998): Türk Üniversite Tarihi, s. 94

12 Özbaydar, S. (1973): Cumhuriyetin ilk 50 yılında Türkiye'de Psikoloji, s. 219

13 Kayral, S. (1953): Türkçe Psikoloji Eserleri Bibliyografyası

14 Bilgin, N. (1988): Türk Psikoloji Bibliyografyası. (Bu kaynaktan beni haberdar eden ve kitabın elime geçmesini sağlayan sayın Doç. Dr. Melek Göregenli'ye teşekkürler)

15 Galip, R. (1933): Milli Eğitim Bakanı Sayın Reşit Galib'in Demeci, s. 315.

16 Görevlendirmelerin ayrıntılı hikayesi için bak. Widmann, H. (1973): Exil und Bildungshilfe.

17 Arkonaç, S. (1995): İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü 80. Yıl, s. 92

18 Benetka, G. (1997): ,,Im Gefolge der Katastrophe...", s. 66, Not: 4.

Toplum ve Bilim Dergisinin 98. sayısında yayınlanmıştır.
Kerem imza


Deli tarafıma denk gelmeyin, zira orada ben bile hükümsüzüm...

 "SAKINCALI PSİKOLOJİ" – Muzaffer Şerif Başoğlu ve Sadrettin Celal Antel'in Görevlerinden Uzaklaştırılmaları Örneğinde Politika ve Psikoloji İlişkisi

Bu sunuşta bizler siyaset ile psikoloji arasındaki ilişkiyi Antel ve Sherif'in yaşamları ve özerk üniversitenin önemi üzerinden değerlendirmeye çalışacağız. Bunu yaparken öncelikle dünyanın ve Türkiye'nin zaman içinde değişen siyasal bağlamını ortaya koymaya çalışacağız. Antel ve Sherif tahliyelerini gözden geçirdikten sonra da, son bölümde siyaset ile psikoloji arasındaki olası bağları tartışacağız.

Almanya'da modern üniversitenin babası sayılan Wilhelm von Humboldt bilimle uğraşanların uyması gereken iki temel koşul belirlemişti: Tek başınalık ve özgürlük. Humboldt kendi üniversite düşüncesini bu temeller üzerine inşa etmişti. Özgürlük düşüncesi öncelikle her ikisi de bağımsız özneler olarak öğretmen ve öğrencinin istedikleri şeyi öğrenme ve öğretme özgürlüğünü ifade ediyordu. Tek başınalık ile ifade edilen üniversitenin dışarıya karşı, özellikle de ekonomi ve politikaya karşı tek başına olmasıydı. Bu arı bilim anlayışı politikanın ve ekonominin çıkarlarından bağımsız bilimsel bilginin varolabileceği yanılsamasını taşıyordu (Fürnkranz, 1992: 32).

Humboldt'un yaklaşımı bir ideali ifade ediyordu. Ancak bu yalnız bir arı bilim ideali değil, aynı zamanda 1848 devrimleri günlerinde geliştirilmiş bir demokratik toplum idealiydi de. Oysa ki tarihte "demokrasi" sözcüğünün bugün olduğu gibi olumlu bir içerik taşımadığı bir dönem de vardır. Avrupa'da kara gömlekli çetelerin demokrasi sözcüğünü kullanan herkese dehşet saçtığı, "devletin haklarından" ve "yurttaşların yükümlülüklerinden" bahsedilmesinin gayet olağan karşılandığı bir dönem. 1848'in demokrasi ideallerinin Avrupa başkentlerinin işçi semtlerinde kan içinden boğulmasından 85 yıl sonrasından bahsediyoruz. İtalya'da birkaç yıldır iktidarda bulunan faşizm bu kez de Almanya'da iktidara gelmiştir. Yahudilerin devlet memuru olamamalarına ilişkin bir yasanın yanı sıra, akıl hastalarının kısırlaştırılmalarına ilişkin bir yasanın çıkarılması Nazilerin ilk işi olmuştur. Liberal demokrasi son saatlerini yaşamaktadır.

Avrupa'da bu gelişmeler yaşanırken, Avrupa'nın yanı başında da on yaşında genç bir cumhuriyet yönünü aramaktadır. İlk yılların liberal girişimleri Türkiye'de de yerini giderek devletçi politikalara bırakmaktadır. Çok partili hayat denemeleri, en son liberal Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kapatılmasıyla sona ermiş, 1937'de tümüyle kurumsallaşacak tek parti iktidarının toplumsal ve ekonomik zemini yaratılmaya başlanmıştır. Kemalizm sözcüğü artık daha çok telaffuz edilmektedir ve Kadro dergisi gibi dergiler, kendilerini "inkılabın ideolojisini" üretmeye ve Kemalist devrimi bütün sömürge ve yarı sömürgelere bir model olarak ihraç etmeye çalışmaktadırlar.

Eski imparatorluğun başkentinde bulunan ve bu gelişmelere karşı çıkmadığı zamanlarda da tarafsız kalan İstanbul Darülfünunu, bu dönüşüm sürecinde artık iktidar tarafından bir ayak bağı olarak görülmeye başlanmıştı. Nazizmin iktidar olduğu ve Yahudi ve solcu öğretim üyelerinin Alman üniversitelerinden kovulduğu yıl olan 1933'de Türkiye'de büyük bir üniversite reformu yapıldı. Darülfünun kapatıldı ve yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu. Bu reformun sözcüsü Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip, Humboldt'tan daha gerçekçiydi. "Yeni üniversitenin en esaslı vasfı, diyordu Galip, onun milliliği ve inkılapçılığıdır. Bunun içindir ki üniversitenin edebiyat ve hukuk fakültelerinin tedrisatı bu iki mühim esasa göre teşkilatlandırılmıştır. Millî tarih için yeni kürsüler ihdas edilmiştir. Türk inkılabının ideolojisini yeni üniversite işleyecektir" (Reşit Galip, 1933: 316).

Böylece bir yanılsama giderilmiş oluyordu. İstanbul Üniversitesi "inkılabın", yani başka bir deyişle iktidarın hizmetinde olacaktı. Bu hizmeti yerine getiremeyeceği düşünülen Darülfünun hocaları üniversiteden kovuldular. Üniversitenin özerkliği de "yeni düzenlemeler tamamlanıncaya" kadar rafa kaldırıldı.

İktidarın hizmetindeki üniversite "Türk inkılabına ideoloji üretme" görevini elinden geldiği kadarıyla yerine getirdi. Bu durum doruk noktasına tek parti iktidarının anayasal güvenceye kavuşturulduğu 1937 yılı ve sonrasında ulaştı. Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi gibi bilim dışı ama iktidarın milliyetçi ideolojisine oldukça uygun tezler ortaya atıldı.

Taner Timur'un (1984) gösterdiği gibi aslında yabancı kökenli bir düşünce olan Türkçülük de özellikle bulduğu uluslar arası ideolojik destek sonucunda yeni bir evreye girmiş bulunuyordu. Alman propagandasının etkisiyle de (Glasneck, 1966) Yahudi aleyhtarlığı ve ırkçılık Türkiye'de giderek karşılık bulmaya başlamıştı. Ortalığı Türkçü dergiler kaplamıştı. Üniversitede ırk araştırmaları yapılıyor, Anadolu'da kafatası ölçümleri yapılarak Türklerin ırkları tespit edilmeye çalışılıyordu.

Savaşa doğru yaklaşıldıkça iktidar içinde Almanya etkisi giderek arttı. Alman yanlıları özellikle Cumhuriyet gazetesi çevresinde örgütlenmişlerdi. Savaşın başlamasıyla da hükümet azınlıkları hedef alan bir dizi yasa çıkardı. Kısa süre sonra başbakanlığa getirilen Şükrü Saraçoğlu "Türkçü" olduğunu açıkça ilan ediyordu. Saraçoğlu 5 Ağustos 1942'de parlamentoda şöyle demişti: "Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir de" (Atsız, 1944a: 1).

Nitekim Almanya'nın savaşı kazanma ihtimali yaşadığı sürece bu anlayış Türkiye'de iktidar oldu. Ta ki Kızılordu'nun Berlin'e yürüyüşünün artık engellenemeyeceği tüm dünya tarafından anlaşıldıktan sonradır ki, dönemin Milli Şefi 1944 yılı 19 Mayıs kutlamaları sırasında "Türk milliyetçisiyiz, fakat memleketimizde ırkçılık prensibinin düşmanıyız" açıklamasını yaptı (TİTE, 1944).

1944 yılı Türkiye tarihinde önemli bir yıldır. Bu yıl içinde hem o zamana kadarki en kapsamlı komünist tutuklamalarından biri yapılmış, hem de kısa süre sonra ırkçı-turancı yazarlar yargılanmıştır. "Demokrasi" sözcüğü yeniden olumlu bir anlam kazanmış, üstelik bir yıl içinde toplumun büyük kesimi, hatta savaş boyunca nazizmi desteklemiş olanlar bile "demokrat" olmuşlardır. Nitekim bir yıl sonra çok partili hayata, ya da dönemin moda deyimiyle "demokrasiye" geçişle birlikte CHP içinden kopan muhalefet Demokrat Parti adını alacak ve Türkiye'nin 1950'li yıllarına damgasını vuracaktır.

1944 yılına dair unutulmaması gereken bir diğer olay da, savaş boyunca tutarlı bir şekilde nazizm karşıtı tavır almış kimi üniversite öğretim üyelerine yönelik tasfiyelerdir. Bu tasfiyelerin bir şekilde kurbanı olmuş iki ismi anmak, psikoloji tarihi adına önem taşımaktadır: İstanbul Üniversitesi'nden Sadrettin Celal Antel ve Ankara Üniversitesi'nden Muzaffer Şerif Başoğlu.
Kerem imza


Deli tarafıma denk gelmeyin, zira orada ben bile hükümsüzüm...

Sadrettin Celal Antel

Sadrettin Celal Antel 1891'de İstanbul'da doğdu. Paris St. Cloud yüksek öğretmenlik okulunu bitirdikten sonra bir süre Sorbonne'da Durkheim'ın pedagoji derslerini takip etti. Bu sırada marksizmle tanıştı ve 1919 yılında ilk sayısı Almanya'da yayınlanan ve aynı yıl içinde faaliyetlerini İstanbul'a taşıyan Kurtuluş dergisi çevresine katıldı. Türkiye Komünist Partisi'nin yayın organı Aydınlık'ın sorumlu müdürlüğünü üstlendi. 1924'te yapılan Komintern V. Kongresine TKP delegesi olarak katıldı. Şubat 1925'te Takrir-i Sükun yasası sonucunda tutuklandı. Komünist olmak nedeniyle yedi yıl hapse mahkum olduysa da bir yıl sonra çıkan genel afla serbest bırakıldı. Hapisten çıktıktan sonra TKP ile ilişkisini kestiyse de, sol içerikli bakış açısını kaybetmedi.

Bu bakış açısı Antel'in bilimsel yaklaşımında da belirgindir. 1926 yılında çevirdiği "Declory Usulü" adlı kitabın önsözünde iş okulu düşüncesini vurguluyor ve öğretmen merkezli bir anlayıştan, çocuğun çalışarak öğrendiği ve etkin olduğu öğrenci merkezli bir anlayışa geçilmesini savunuyordu. Bu anlayış üzerinde dönemin Sovyet pedagojisinin etkisini gözardı etmemek gerekir.

Antel partiden ayrıldıktan sonra çeşitli okullarda çalıştı ve 22 aralık 1936'da İstanbul Darülfünunu Pedagoji ve Psikoloji Enstitüsü'ne profesör olarak atandı. İkinci Dünya savaşı döneminde tutarlı bir şekilde anti-faşist bir tutum aldı. Liberal içerikli Tan gazetesinde nazizme karşı çıkan ve Sovyet Dış politikasını öven yazıları çıktı. Ancak böylece Irkçı-Turancı basının da şiddetini üzerine çekti. Irkçı hareketin en önemli demagoglarından Nihal Atsız (1944b) Orhun dergisinde başbakana yönelik yazdığı açık mektupta "bir vatan hainini ve hapisten çıkmış bir sabıkalıyı Türk üniversitesinde pedagoji enstitüsünün başına getirmek şaheser bir gaflettir" diyordu.

Bu açık mektup Türkçü hükümet üzerinde etkili oldu ve Antel mektubun yayınlanmasından 16 gün sonra görevinden alındı. Bunun üzerine bakanlığı dava etti. Antel'in görevinden alınma nedeni üniversite diplomasına sahip olmayışı, okuduğu Paris St. Cloud yüksek öğretmen okulunun bir üniversite olarak kabul edilemeyeceği olarak duyuruldu. Ancak rektörlük tarafından mahkemeye gönderilen dekanlık yazısı (İÜEF-A – Antel) Antel'in talebe arasında toplantılar yaptığı, dergilerde de isminin geçtiği gibi iddiaları içeriyordu. Bu da sorunun hiç de Antel'in diplomasıyla ilgili olmadığını gösteriyordu.

Antel'in davası sürerken gelişen olaylar büyük oranda davanın sonucunu etkilemiş olsa gerek. İnönü'nün yukarıda söz ettiğimiz ırkçılık karşıtı konuşması tam da Antel'in görevden alınışının beş hafta kadar sonrasına denk gelmektedir. Üstelik Atsız'ın mektubunda hakaret ettiği bir dizi öğretim üyesinden Sabahattin Ali'nin açtığı davayı takip eden olaylarla birlikte, ırkçı ve Turancılar aleyhinde tutuklamalar başlamıştı. Avrupa'da faşizmin ezilmesiyle, Türkiye'de de demokrasiye doğru bir eğilim belirmişti. İstanbul Üniversitesi rektörü Tevfik Sağlam Eylül 1944'de 12. Ders yılını açış konuşmasında Üniversitede faaliyet gösteren ırkçı ve Turancılara karşı Türk milletinin pek çok ırkla ve milletle çaprazlamalar yapıp da bunların en iyi özelliklerini aldıklarını, ırkçılığın akılsızlık olduğunu söylüyordu. (Sağlam, 1946, s. 2).

Bu yeni yönelim sonucunda Danıştay Antel hakkındaki delilleri yetersiz buldu ve Antel'in 5 Nisan 1945 tarihli kararla görevine dönmesine karar verdi. Antel, kendi yokluğunda Sabri Esat Siyavuşgil'in devam ettiği derslerine 6 Nisan 1945'te yeniden başladı. Üstüne üstlük dekanlık 27 Nisan 1945'de rektörlüğe Antel'in öğrencilerle yakın ilgisi ve çalışması dolayısıyla terfiye layık göründüğünü yazıyordu. Antel 24 Mayıs'ta terfi etti.
Kerem imza


Deli tarafıma denk gelmeyin, zira orada ben bile hükümsüzüm...

Benzer Konular (5)

Clicky