Kanaatimce fakirlik ve zenginlikten birini mutlak manada nimet ya da onun zıddı olan nikmet şeklinde değerlendirmek doğru değildir.
Zira tarih boyunca fakirlerden pek çok salih kimse olduğu gibi yine zenginlerden de kendini Allah'a adamış, "Allah adamı" diyebileceğimiz pek çok insan var olmuştur.
Bu sebeple diyebiliriz ki, yerine göre fakirlik, yerine göre de zenginlik hayırlıdır; her iki durum da yerine göre hem nimet hem de nikmet olabilir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi vesellem) fakir bir hayat yaşamıştı.
Fakat O'nun yaşadığı, iradî bir fakirlikti.
Evet, O, hususi konumu itibarıyla fakir bir hayatı tercih etmişti.
İsteseydi dünya serveti hane-i saadetlerine akıp dururdu.
Fakat çok iyi biliyoruz ki, mübarek hanelerine servetin aktığı zaman bile O Mukteda-yı Küll Rehber-i Ekmel Efendimiz (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh), hayat-ı seniyyelerini hiç mi hiç değiştirmemişti.
Mesela, Hazreti Hatice (radiyallahü anhâ) bütün servetini Efendimiz'e teslim etmişti.
Fakat O, bütün bunları Allah yolunda sarf etmişti.
Nitekim bir defasında Hazreti Ömer'e, "İstemez misin ey Ömer, dünya onların, ahiret de bizim olsun" buyurmuştu.
Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi olan Hazreti Ebû Bekir'in (radiyallahü anh) Sunh'taki evi de tam bir fakirhaneydi.
Zaten kendisi uzun süre mahallenin koyunlarının sütlerini sağarak geçimini sağlamıştı.
Hazreti Ömer'in (radiyallahü anh) durumu da farklı değildi. Bütün Müslümanların halifesi olduğu zaman bile mâil-i inhidam/yıkılacak gibi duran bir evde oturuyordu.
Hz. Süleyman Saltanatı
Diğer taraftan fakirlik mutlaka hayırlıdır diyecek olursanız enbiya-yı izamdan çok geniş imkânlara sahip Hazreti Davud ve Hazreti Süleyman (alâ nebiyyina ve aleyhimesselam); sahabe-i kiram efendilerimizden Hazreti Osman ve Hazreti Abdurrahman ibn Afv (radiyallahü anhüm ecmaîn) ve evliyaullahtan Şah-ı Geylânî (kuddise sirruh) gibi zatları değerlendirmeye almamış olursunuz.
Yine tarih boyunca pek çok hayr u hasenatta bulunmuş, camiler, külliyeler, bedestenler yaptırmış Osmanlı padişahlarını ve mesela cömert ve fedakâr hanımlardan, Mekke-i Mükerreme'den Arafat'a kadar su yolları inşa eden Harun Reşid'in eşi Zübeyde Hatun'u görmemiş olursunuz.
Daha bunlar gibi fani şeyleri bakîleştiren, birleri bin yapan, Hakk'ın kendilerine ihsan ettiği imkânları kullarının istifadesi için kullanan sayılamayacak kadar insan vardır.
Dolayısıyla bu kadar insan ve onların yaptığı bu kadar güzel işler görmezden gelinirse mesele sağlıklı bir şekilde değerlendirilemiyor demektir.
Ne var ki, bütün bunlara rağmen, bazı inananlar arasında bile –maalesef– fakirliğin zenginlikten hayırlı olduğu, malın-mülkün insanı sırat-ı müstakimden çıkarma ihtimalinin çok güçlü bulunduğu şeklinde yaygın diyebileceğimiz bir kanaatin oluştuğu da bir vakıadır.
Hâlbuki dine bir bütün olarak bakıldığında, onun emir ve yasakları küllî bir nazarla tahlile tabi tutulduğunda, serveti kaldırıp atma, mutlak manada fakirliğe sahip çıkma düşüncesinin doğru olmadığı anlaşılacaktır.
Kazanma Kuşağında Kaybedenler de Var
Diğer taraftan, Kur'an-ı Kerim'in, zıt kutupta bize göstermiş olduğu başka bir örnek var:
Kârun. Cenab-ı Hakk, Hazreti Musa'nın (aleyhisselam) kavminden olan Kârun'a, hazinelerinin anahtarlarını bile güçlü, kuvvetli bir topluluğun zorla taşıdığı büyüklükte bir servet vermiş, fakat o bu serveti kendi becerisiyle kazandığını iddia etmişti.
Hakk'ın kendisine yaptığı iyilik ve ihsanlara bir şükür ve teşekkür ifadesi olarak insanlara iyilik yapacağı yerde, iyiliğin arkasındaki iyilik sahibini unutmuş, kendini bencilliğin gayyalarına salıvermiş ve sahip olduğu servet u sâmânla şımarmış, böbürlenmiş, ferîh-fahûr yaşamaya ve ifsada başlamıştı.
Tabiî Cenab-ı Allah da yaptıklarının karşılığı olarak onu bütün varlığıyla beraber yerle bir etmişti.
Böylece Kârun, ülü'l-azm bir peygambere yakınlığın hakkını veremeyip kazanma kuşağında kaybeden ibret vesilesi, talihsiz bir servet sahibi olarak tarih defterinin yaprakları arasında yerini almıştı.
Hazreti Musa (aleyhisselam) döneminde vukû bulduğu söylenen şu kıssa da, konuyla alakalı ibret verici bir misal olarak zikredilebilir.
Anlatılanlara göre Hazreti Musa zamanında, kum ile üzerini örtmeye çalışacak kadar fakr u zarurete düşmüş bir adam vardı.
Bir defasında Hazreti Musa'ya, "Ya Musa, Cenab-ı Hakk'a benim halimi bir arz ediversen" dedi.
Hazreti Musa da onun bu ricasını kırmadı.
Bunun üzerine Cenab-ı Allah, "O kulum için bu hâl, kendisi için daha hayırlıdır" buyurdu.
Fakat adamcağız bu isteğinde ısrarcı oldu ve ısrarlarının neticesinde kendisine Allah tarafından imkân verildi.
Önce bir koyun aldı, sonra o koyundan sürüler meydana geldi ve o şahıs bir servet sahibi oldu.
Ne var ki, zenginlik o zavallıyı gaflete sürükledi ve neticede yoldan çıkarttı.
Öyle ki adam içkiye bile başlamıştı. Bir müddet sonra Hazreti Musa (aleyhisselam) yoldan geçerken bir kalabalığa rastladı.
"Burada ne oluyor" diye sorunca, şöyle cevap verdiler:
"Bir adama kısas uygulanıyor. Adam fakirdi, sonra malı-mülkü oldu. O mal-mülk onu azdırdı.
İçkiye başladı, sonra birini öldürdü. Şu an cezasını çekiyor."
Şimdi bu iki misalden hareketle meselenin, mücerret olarak değil de, getirdikleri ve götürdükleriyle, alçaltması ya da yükseltmesine göre yani akıbet açısından değerlendirilmesi gerektiği ortaya çıkar.
Evet, bazen olur ki, insan servet ü sâman ile Hazreti Osman ve Abdurrahman ibn Avf gibi âlâ-yı illiyyîne çıkar, bazen de olur ki –hafizanallah– Kârun ve yukarıda anlatılan meçhul şahıs gibi esfel-i sâfilîne yuvarlanır.
|