Merhaba, web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize üye olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.

Web sitemize ÜYE OLMADAN konulara cevap verebilir ve anketleri oylayabilirsiniz. Konu açmak ve içeriklerden daha kapsamlı faydalababilmek için lütfen üye olun ya da giriş yapın.

Atatürk İle İlgili Anılar

İnsanı Duygulandıran Bir Atatürk Anısı"Atatürk derse giriyor: Ders GeometriDers hendeseydi, yani bizim bugün "geometri" dediğimiz şey. Arka sırada oturan Cemil dersi istese de can kulağıyla dinleyemiyordu. Atatürk'ü...

Başlatan Maui, 28 Şubat 2021, 19:58:21

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Anahtar Kelimeler [SEO] anıataturk
Atatürk İle İlgili Anılar

İnsanı Duygulandıran Bir Atatürk Anısı

"Atatürk derse giriyor: Ders Geometri
Ders hendeseydi, yani bizim bugün "geometri" dediğimiz şey. Arka sırada oturan Cemil dersi istese de can kulağıyla dinleyemiyordu. Atatürk'ü gördüğünü torunlarına nasıl anlatacağını düşünüyordu belki de. Zaten bu hendese denen meret de anlaşılır şey değildi; "Müsellesin zaviyetan-ı dahiletan mecmu'ü yüz seksen derecedir" gibisinden tuhaf Arapça tekerlemelerle doluydu. Aniden kapı açıldı, içeri Atatürk girdi!

Sınıf ayağa fırladı. Atatürk oturmalarını işaret etti. Hangi dersi yaptıklarını sordu ve ön sırada oturan sınıfın en çalışkan kızı Saadet'i tahtaya kaldırarak konuyu anlatmasını rica etti. Saadet bir yandan tebeşirle müsellesler çizip zaviyelerini işaretlemeye, bir yandan da "Müselles-i mütesaviyü'l-adla, zaviyeleri biribirine müsavi müselles demektir" diye anlatmaya başladı.

Tahtaya ikizkenar üçgen çiz çocuğum

Atatürk dikkatle dinledi, sonra Saadet'e "Tahtaya bir ikizkenar üçgen çiz çocuğum" dedi. Allahtan Saadet çok soğukkanlı bir kızdı. "O nedir bilmiyorum." dedi sakince.

Atatürk "Müdür nerede?" dedi. Kendisi de matematik öğretmeni olan Ömer Hoca hemen kafiledeki bakanların arasından sıyrılıp Atatürk'ün karşısında yerini aldı. "Yeni kitaplarda bu terimlerin Türkçesi var. Neden onları öğretmiyorsunuz?" diye sordu Atatürk. "Sivas'a gelmedi henüz yeni kitaplar Paşam" dedi Ömer Beygo.

Bu kez çağrılma sırası Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan'daydı. Atatürk "Ankara'ya döndüğümde soracağım. O zamana dek yeni kitaplar gelmiş olacak" dedi kısaca.

Ve sonra Atatürk tebeşiri eline alıp anlatmaya başladı. "Müselles"e "üçgen", "zaviye"ye de "açı" diyecektik. "İkizkenar üçgen" de hocaların bile dilinin zor döndüğü " müselles-i mütesâviyü'ssâkeyn" denen şeydi. Öğrencilerin gözlerinin önündeki bir perde kalkıyordu adeta. Böyle söyleyince neyin ne olduğu isminden belli oluyordu! Tarihin gördüğü en büyük adamlardan birinden Pisagor Teoreminin kanıtını dinlediler. Ve anladılar.

40 yıl sonra bu hikayeyi bana anlatan Cemil Say, sözlerini "O çıktıktan sonra herkes 'Bana baktı! Sürekli gözlerimin içine baktı!' diyordu. Gözleri objektif gibiydi" diye bitiriyordu. Kitaplar mı? Bir hafta içinde gelmiş.

Atatürk, Orhan Bursalı'nın çok güzel deyimiyle bir "bilim yurtseveri" idi. Onu bunun için de seviyorum. Sevmeyenlerin de aklına şaşıyorum."



Kerem imza


Deli tarafıma denk gelmeyin, zira orada ben bile hükümsüzüm...

Dünya böyle bir lider görmedi. Hakikaten belgeleri ile inanılmaz güzel hikayeler çıkıyor ve okuyoruz. Yaptığı her hareket söylediği her şeyde mi bir erdem barındırır.

Atatürk yunan askerini çok büyük bir pişmanlığa uğratıyor.
Hem bilgisi hem de haklılığı ile:

" Kurtuluş Savaşı sırasında esir düşen ve Mustafa Kemal'le konuşan bir yunan askerin, yıllar sonra 1977 yılında birlikte esir düştüğü yakın dostunu bulmak için katıldığı bir yunan televizyon programında Mustafa Kemal'le ilgili olan bir anısını anlatmasıdır.

İlginç bir röportaj. İzlenmeli.

Konuşan adam ve arkadaşı İzmir'li Rum. Anlaşılan Yunan ordusu İzmir'e girdiğinde bunlar yunan ordusu'na katılıp Türklere karşı savaşıyorlar. Atatürk de bu yüzden soruyor, "Yunan tarihi'ni biliyor musun" diye ve 1821'de Osmanlı'ya karşı Yunan bağımsızlığı için savaşan Yunanların isimlerini sayıyor. Yani anlatmak istediği; Hala bir Osmanlı toprağı olan İzmir'de Rumlara kendi okullarında Yunanistan'ın Osmanlı'ya karşı olan bağımsızlık savaşının öğretildiğini, üstüne üstlük okullarda Türklere hakaret içeren şarkılar söylendiği, ve bunların hiçbirine devlet tarafından müdahale edilmediğini, kısıtlanmadığını, buna karşın bağlı oldukları ülkenin ve milletin tarihinin kendilerine anlatılmadığı ve dayatılmadığı (Atatürk diyor ki doğduğun toprakların tarihini bile bilmiyorsun size ne dayatıldı?), bunların hepsine rağmen kalkıp yunan ordusu'na katılmalarına öfkelenip, "itirazınız neydi ki?" diye soruyor, her türlü özgürlüğünüz, rahatlığınız, konforunuz vardı demeye getiriyor. "

MÜTHİŞ...




Kerem imza


Deli tarafıma denk gelmeyin, zira orada ben bile hükümsüzüm...

Atatürk'ten Anılar "Su, Tuz, Deniz"

Arkamda büyük bir kara tahta vardı. Atatürk "Kalk bakalım genç profesör tahtaya" dedi. Tahta başına vardığımda bana üç kelime yazdırdı. "Su, tuz, deniz". Şimdi bu üç kelimeden Türkçe'de, Fransızca'da, Almanca'da kaç cümle yapılabiliyordu? Böyle bir soru ile hiç karşılaşmamıştım. Şaşkınlığım geçince aklıma gelen cümleleri sıralamaya başladım.

1) Denizin suyu tuzludur.
2) Suyu denizin tuzludur.
3) Tuzludur denizin suyu.
4) Suyu tuzludur denizin.
5) Denizin tuzludur suyu.

Şimdi bu üç kelimeden Fransızca'da ve Almanca'da ancak ikişer cümle çıkarılabiliyordu. Atatürk sordu. Bu durum Türkçe'nin lehine mi, aleyhine mi? Hafif bir irkintiden sonra dedim ki "Efendim, bir bakıma bu bir söyleyiş zenginliğidir." Çünkü kurduğumuz beş cümle arasında küçük farklar vardır; bu bir çeşit nuans zenginliğidir." Atatürk "evet ama" dedi "Bunun büyük bir sakıncası var." Sonra ilave etti. "Milletlerarası antlaşmalar niçin Fransızca yazılır?" Doğrusu bu soruya da hazır değildim. Fransa'nın büyük bir devlet oluşu buna neden olabilirdi. Atatürk "hayır" dedi. "Fransızca öyle bir dildir ki kelimelerin cümle içerisindeki yeri sağlamdır. Bu sebeple Fransızca bir metin yıllar sonra okunsa daima aynı anlama çıkar." İlginç bir görüştü bu.

Atatürk'ten Anılar
Ord.Prf.Dr. Sadi IRMAK



Kerem imza


Deli tarafıma denk gelmeyin, zira orada ben bile hükümsüzüm...


[SIZE=26px]Atatürk'ün Pek Bilinmeyen Dolandırılma Hikayesi[/SIZE]

Milliyet gazetesi yazarı Güneri Civaoğlu "Atatürk Dolandırılmış" yazısında,Mustafa Kemal Atatürk'ün Ordular Grup Kumandanlığı sırasında nasıl dolandırıldığını Falih Rıfkı Atay'ın "Çankaya" kitabından alıntılarla anlattı.

'Ama ben ticaret bilmem ki...'


İlgili yazının bir kısmı şu şekilde:
"Ordular Grup Kumandanlığından İstanbul'a geldiğinde bazı dostları Mustafa Kemal Paşa'nın üç beş bin liralık tasarrufu olduğunu ve ardı arkası kesilmeyecek harcamaları için parasını ticarete yatırmasını söylemişler.
"Ama ben ticaret bilmem ki..." diyen Mustafa Kemal Paşa'yı A.... Beyefendi ile tanıştırmayı ve bu beyefendinin ona yardım etmesini düşünmüşler.
Mustafa Kemal içinden 'Galiba bizi beğenmedi, paramızı kabul etmeyecek' diye kaygılara bile düşer.


[IMG]https://img-s1.onedio.com/id-5b991038dedc2a1a13a9c50e/rev-0/w-635/f-jpg-webp/s-b4a71be24dca5866413724d4174f64ad198b500a.webp[/img]

Burnundan kıl aldırmayan büyük iş adamı A.... Beyefendi ile Mustafa Kemal Paşa için davet ayarlanır ve A.... Beyefendi, Mustafa Kemal Paşa'yı meclislerinden birine davet eder.
Niyeti beyefendi hazretleri lütuf buyururlarsa Fethi Bey'in tasarrufunu da kendi parasına katarak nemalandırmaktır. O nedenle, davete yanına Fethi Bey'i de alarak gider.

Beyefendi, Babıali üslubuyla sohbetler açar. Terbiyeli konuşur, pek nezaketle dinler. Ticaret ve para mevzularına tenezzül edip dokunmaz bile! Mustafa Kemal içinden"Galiba bizi beğenmedi, paramızı kabul etmeyecek" diye kaygılara bile düşer.
'Ben bilmediğim işe senetsiz, kontratsız on para koymam' diyen Fethi Bey'in inatçılığına sinirlenen Mustafa Kemal Paşa, Beyefendinin yazıhanesine gidip parasını vermiş.

Mustafa Kemal Paşa, sohbet sırasında 'Ne oldu bizim iş?' dercesine ahbabına bakar. Güç bela söze giren ahbabını beyefendi yarı dinler yarı dinlemez. Beyefendi "Hele Paşa hazretleri yazıhaneye teşrif etsinler de" dedikten sonra konuyu yine değiştirir.
Çıktıkları sıra Paşa, Fethi Bey'e "Nasıl?" diye sorar.

"Nesi nasıl? İş nedir? Ne verilecek? Ne getirecek? Bir şey söylemedi ki..." diyen Fethi Bey'e "Tuhafsın Fethi, adamın nezaketine, kibarlığına baksana... Kendisinden böyle adi şeyler sorulur mu hiç?" der.
Ertesi gün annesinin 'Aman paranı kaptırmayasın' ikazlarına rağmen yazıhaneye gider ve parasını A.... Beyefendi'ye verir.


[IMG]https://img-s1.onedio.com/id-5b991478ecaacc281468fa2e/rev-0/w-635/f-jpg-webp/s-97f6e0492e67e173b69d5904b7e30bbfcaeb135a.webp[/img]

Beyefendi Mustafa Kemal Paşa'nın zarfını aldıktan sonra Paşa "Bir defa saysanız" dese de beyefendi yarım bir gülüşle karşılık verir ve zarfı direkt olarak kasaya koyar. Hatta Mustafa Kemal Paşa'nın o anki korkusu da "Ya kabul etmezse?" olmuş.
"Binlerce liranın eksik olup olmadığını bile merak etmeyecek kadar kibar olmak için kim bilir ne kadar zengin olmalı" diye düşünen Mustafa Kemal, sermayesini koyduğu ticaret işinin teferruatı üzerine konuşmaktan bile sıkılmış, utanmış.

Ancak haftalar geçmiş A.... Beyefendi'den 'tık' yok.

Mustafa Kemal Paşa bir ahbabından sorabilmiş parasının ne durumda olduğunu. Ahbabı da bir 'incir meselesi'nden bahsetmiş. İzmir'den bir yelkenliyle götürülecek orada satılıp bir şeyler alınacakmış. O da İstanbul'a gelecekmiş. Karmakarışık durum karşısında ahbabı Paşa'ya "Büyük kâr böyle olur... Bir iki dönüşte konan para iki misline çıkmalı ki bir şey anlayasınız" demiş.
Ancak haftalar geçmiş A.... Beyefendi'den "tık" yok.

'Gemi battı.'

Ardından Mustafa Kemal Paşa, A.... Beyefendi'nin yazıhanesine gitmiş. Beyefendi yine burnundan kıl aldırmayan tavırlarda bulunmuş. Ardından Paşa'ya "Gemi battı" haberi gelmiş. Gemi diye bir şey de yok! Batan yalnızca Mustafa Kemal Paşa'nın parası...Koskoca Mustafa Kemal Atatürk dolandırılmış!
'Buraya bak, ben Paşa değilim, ya şimdi paramı verirsin ya seni köprüden aşağı atarım.'

[IMG]https://img-s2.onedio.com/id-5b99164cefdb17a6136baac3/rev-0/w-635/f-jpg-webp/s-61b5a93c097c9b5f5cea01c68a0e98da512ffde9.webp[/img]


Mustafa Kemal Paşa'nın yaveri Cevat Abbas ise parasını kaptırmayı içine sindirememiş. Bir gün köprü üzerinde A.... Beyefendi'yi görünce sıkıştırmış ve "Buraya bak, ben Paşa değilim, ya şimdi paramı verirsin ya seni köprüden aşağı atarım" diyerek parasını geri almış.

'Çankaya' kitabında bu durum, 'Mustafa Kemal o güzel, tatlı anlatışı ile bu ticaret macerasını ara sıra tekrarladığı zaman, hâlâ maaş artıklarından birikme parasına içi yanardı' şeklinde anlatılmaktadır.

Atatürk'ü siyasette dünya liderleri, savaşlarda dünya komutanları aldatamadı ama bir dolandırıcı... Büyük adamların, küçük hesaplarla işi olmaz."



Kerem imza


Deli tarafıma denk gelmeyin, zira orada ben bile hükümsüzüm...

Atatürk'ün Gözünde Türk Kadını ( anı )

... Mustafa Kemal İstasyon'dan şehre doğru, bir süre yaya olarak yürüdü. O'nu görmek için sabahtan itibaren yolları dolduran Tarsusluların arasından neşe ile selamlar vererek, ilerledi. O sırada ansızın bir olayla karşılaştı.

Milli Mücadele'deki çete giysili bir kadın, Atatürk 'ün yolunu keserek ayağına kapandı. Gözyaşlarıyla şöyle haykırıyordu:
- "Bastığın toprağa kurban olayım Paşam!"
Mustafa Kemal onu yerden kaldırmak için eğilirken kulağına bu kadının Kurtuluş Savaşında cephelerde çarpışmış olan (Adile Çavuş) olduğunu fısıldadılar.

Gözlerinden iki damla yaş düşen Mustafa Kemal , bu güneşten yüzü yanmış kadının elinden tutup ayağa kaldırdı ve ona şöyle seslendi:

- "Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde yükselmeye layıksın."



Kerem imza


Deli tarafıma denk gelmeyin, zira orada ben bile hükümsüzüm...

Atatürk'ün Ileri Görüşlüğü ( anı )

O yıllar General olan Mc Arthur, Türkiye'ye geliyor. Devrin en büyük adamı Gazi Mustafa Kemal Paşa kendisini kabul edince sevinçten uçuyor. Hoş beş, askerlik sohbetlerinden sonra Gazi'ye dünyanın geleceğini, neler olabileceğini soruyor. Mc Arthur, Gazi'ye ilk olarak kaynayan Avrupa'nın geleceğini soruyor.

Gazi'nin yorumu şöyleydi:

"'Mussolini İtalya'ya ekonomik refahı getirdi. Ancak başarı gözünü döndürmeye başladı. Kendini yerli Sezar sayarak fetihlere kalkışırsa yıkılır, çünkü İtalyanlar savaşçı millet değildir.'

Gazi devam ediyor;

'Almanya'ya gelince, Hitler iki yıla kadar iktidara geçer. 1. Dünya Savaşı'nda gururu kırılmış Almanya, milliyetçi Nazi'ler ile hırs kazanarak sanırım büyük kalkınma gösterecektir. Çünkü bu milletin yapısı büyük kalkınma gösterecektir. Çünkü bu milletin yapısı bunu gerektiriyor. Büyüyen Almanya ise İngiltere ile Fransa'dan ezilen gururunun hesabını sormaya kalkacaktır.'

Burada Mc Arthur:

-'Yani bugünkü yıkık Almanya, 1. Dünya Savaşı'nda kendisini yenen iki ülkeye meydan okuyacak kadar güç kazanabilir mi?' Diye soruyor. Gazi:

-'Size diyebilirim ki en geç 1940–1945 yıllara Almanya, Avrupa'da savaş çıkaracaktır. Bu asıl büyük dünya savaşı olacaktır.'

Mc Arthur heyecanlanıyor:

-'Peki, savaşı kim kazanır?'

Gazi:

-'Almanya, ilk olarak kaybettiği toprakları isteyecek, Çekoslovakya, Polonya ve Fransa'ya saldıracaktır. Ardından Sovyetlere girecektir. Nazi'lerin ilk hedefi komünizmi yeryüzünden kaldırmak olduğuna göre. Sonra İngiltere ve ardından siz Amerikalılar savaşa gireceksiniz. Bu savaşta Almanya yenilir. Çünkü bunların buz çöllerine girmiş Alman ordusu, ardından da onlara saldıran İngiltere ve Amerika'yla başa çıkamaz. Ancak, Amerika ve İngiltere, Ruslar ile birlik olup Almanya'yı yeryüzünden silinmeye kalkarsanız, işte o zaman savaştan kazançlı çıkan Rusya olur. Yürür, yürür, ta Avrupa'nın kalbine kadar girer. Bence çıkacak bir dünya savaşında Almanya yenilmeli, ama ezilmemeli, Rusların karşısında hep bir kalkan olarak tutulmalı.'

Evet, Gazi'nin bütün söyledikleri gerçekleşti. Almanlar 2. Dünya Savaşı'nı başlattı. ABD ile İngiltere ezdi; Sovyetler, Avrupa'nın kalbine Berlin'e kadar girip oturdu."

(Bu yazı 8 Kasım 1951 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde ve ayrıca General McArthur'un imzasıyla Amerikan Caucasus dergisinin Ağustos 1951 sayısında yayınlanmıştır.General, 2. Dünya Savaşı'nda Japonya'yı teslim almış, ABD'ye başkan adayı olmuştur.)

İleri görüşlülük, dünya liderliği mi dediniz??
Türklerin son ATASI BAŞBUĞ Gazi Mustafa Kemal ATATÜK



Kerem imza


Deli tarafıma denk gelmeyin, zira orada ben bile hükümsüzüm...

Atatürk'ün Şoförü Anlatıyor: 'Rahmetli Sürati Çok Severdi'
'Demek ölümünden bu yana 29 yıl geçti haaa.. Yıllar ne çabuk akıp gidiyor.. Daha dün berabermişiz gibi hep gözümün önünde. Ne yalan söyleyeyim, Atatürk'ün öldüğüne hâlâ inanasım gelmiyor...' diye söze başladı Remzi Öztuş... İstanbul şoförlerinin baba diye tanıdığı Remzi Öztuş Atatürk'ün 15 yıl özel şoförlüğünü yapmış. 45 yıldır şoförlük yapan ve bugün 65 yaşında olan Remzi baba, Cumhuriyet'in ilanından sonra Atatürk'ün şoförü olmuş ve Ata'nın ölümüne kadar bu görevi sürdürmüş. 15 yıl Edirne'den Ardahan'a, Samsun'dan Hatay'a kadar Türkiye'yi dolaşmışlar birlikte.

KÖŞK'ÜN ŞOFÖRÜ OLDUM
Atatürk'ün şoförü oluşunun hikayesini şöyle anlattı bize Remzi Öztuş:

'Cumhuriyet ilan edilmişti. O zaman ben Ankara Merkez Kumandanlığı'nda askerdim. Köşk'ten 4 şoför, 4 sofracı ve iki de berber istemişler. Ben de istenilen 4 şoför ile birlikte Köşk'e gittim. O zaman Atatürk'ün şoförlüğünü yapan Mehmet Çavuş'un yanında muavin olarak çalışmaya başladım. Mehmet Çavuş Atatürk'ün Samsun'a çıkışından beri şoförlüğünü yapan bir arkadaştı. Sonra kendisi istifa etti ve yerini ben aldım. O günden sonra tam 15 yıl şoförlüğünü yaptım. Allah rahmet eylesin taa ölünceye kadar beraberdik..'

Atatürk'ün şoförü oluşunun hikayesini Remzi Öztuş anlatırken.
SÜRATİ SEVERDİ
Remzi Öztuş Atatürk ile ilgili anılarına şöyle devam etti:

'Hemen hergün kendisini dolaştırırdım. Yorulmak nedir bilmezdi. Gideceği yere çabuk varmak istediği için bana süratli git derdi. Rahmetli sürati çok severdi...'

ELLERİ ÇOK GÜZELDİ
Remzi baba sözlerine şöyle devam etti:

'Atatürk gibi bir insan görmedim. Çok yakışıklı bir adamdı. Gözleri, kaşları, saçları ayrı ayrı güzellikteydi. Hiç kimse iki saniyeden fazla gözüne bakamazdı Ata'nın... İnsanı ipnotizma ederdi bakışlarıyla âdeta. Hele ellerinin güzelliğini anlatamam... İnce uzun parmakları, bembeyaz teni vardı. Avuçlarının içi pembe pembe idi. En güzel kadın eliyle bile mukayese etmek imkânsızdı. Ne giyse yakışırdı. Temiz ve sade giyinirdi.'

ASKERİ VE GÜREŞLERİ ÇOK SEVERDİ
'Atatürk askeri ve güreşleri çok severdi. Arabayla geçerken nerede bir asker görse 'aslana bak aslana, Mehmetçiğe bakın' diye ayağa kalkar ve sevinçten gözleri yaşarırdı. Çok severdi çok. Atatürk bir de güreşlere çok düşkündü. Hiç bir güreşi kaçırmazdı..'

HALKIN ARASINDA BULUNMAKTAN ZEVK ALIRDI
Remzi baba Atatürk'e ait bitmek tükenmez anılarla doluydu ve konuşmasına şöyle devam ediyordu:

'Atatürk halkın arasında bulunmaktan, halkla konuşmaktan son derece zevk alırdı. Beraber Saraçhane'deki kahvelerin önünden geçerken bana döner 'Remzi şimdi şu kahveye girsem ve bir tavla oynasam ne iyi olur. Ama rahat vermezler ki. Bir manavdan pazarlık ederek meyve almaya hasretim' derdi. Onun için halk herşeyin üstündeydi..'

ONUN İÇİN İMKANSIZ ŞEY YOKTU
'1934 yılının ocak ayında bir gece köşkte yemek yiyorlardı. Yanında Milletvekilleri ve Bakanlar vardı. Müthiş bir kış Ankara'nın diğer illerle temasını kesmişti. Yerde bir metreden fazla kar vardı ve yollar kapalıydı. Bir ara o zamanın Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, 'Paşam bu havada Ankara'nın dışına çıkmak imkansız' demiş.. Paşa bunun üzerine sofrada bulunanlara 'hemen eve gidip yanınıza birer haftalık çamaşır alın seyahate çıkıyoruz' dedi. Saat gece yarısını geçiyordu. Yaver bana arabaları hazırlamamı söyledi. Ben kendisini Köşk'ün kapısında bekliyordum. Hiç kimse nereye gideceğimizi bilmiyordu. Vekiller ve Milletvekillleri de benden soruyorlardı. Biraz sonra Paşa kapıda göründü. Arabaya binerken kulağıma eğilip 'Konya'ya götür' dedi. Konya yolunu bildiğim için korkmaya başladım. Fakat 'emredersiniz Paşam' dedim. Önde biz ve arkada 12 araba hareket ettik. Ben kafamdan planı tasarladım. Konya yolu sapağına gelince yolu şaşırdım diyerek başka istikamete götürecektim. Çünkü Konya'ya girmenin imkanı yoktu. Neyse Konya yolunun sapağına geldik. Her taraf karla örtülüydü. Yol belli olmuyordu. 'Paşam yolu şaşırdım' dedim. Derhal haritayı eline aldı ve biraz inceledikten sonra 'haklısın biz Kayseri yolu üzerindeyiz, peki çek Kayseri'ye gidelim' dedi. 9 saat sonra Kayseri'ye vardık. Birkaç gün orada kaldıktan sonra Ankara'ya döndük. Atatürk bu hareketiyle Dahiliye Vekilinin iddiasına cevap vermiş oldu.'

HER ŞEYİ ERBABINA BIRAKIRDI
Remzi baba makam otomobili konusunda da şunları söyledi:

'O zaman İş Bankası kendisine bir Cadillac hediye etmişti. Bir de Hükümet Amerika'da özel bir Lincolin yaptırdı. Hükümet Lincolin'e binmesini istiyordu. İş Bankası da Cadillac'a. Bir gün beni çağırdı ve 'bizim iki arabamız var, şimdi hangisine bineceğiz' diye sordu. 'Bana sorarsanız Cadillac daha iyi Paşam' dedim. 'Peki öyleyse' dedi ve o günden sonra Cadillac'a bindik... Lincolin ise her tarafı çelikti ve camları dört parmak kalınlığında idi. Kendisine suikast yapılmaması için bu otomobil alınmıştı.'

SON GÜNLERİ
Remzi baba son olarak şunları söyledi:

'Yatağa düştükten sonra kendisini pek göremedim. Ümit kesildiği günler birkaç defa ziyaretine gittim. Ölümünden sonra, arabaları trene koyup Ankara'ya götürdük ve teslim ettim. 3 ay sonra da Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nden ayrıldım.'

Kaynak:Akşam Gazetesi, 1967




Kerem imza


Deli tarafıma denk gelmeyin, zira orada ben bile hükümsüzüm...

ATATÜRK'ÜN İKİ FAKİR ÖĞRENCİYİ
OKUTMA ANISI

Yıl 1934. O dönemde Milli Eğitim Bakanlığı Ulus'tadır Bakan ise, Niğdeli Zeynel Abidin ÖZMEN' dir. Bakan, makamında çalışırken kapı çalınır. Bakan gür sesiyle:
- "Giriniz!" der.
ATATÜRK' ün yaverlerinden biri, yanında iki çocukla makama girerler. Bakan konuklara yer gösterir. Hoş beşten sonra, yaver Bakan Abidin ÖZMEN' e bir zarf uzatır. Bakan zarfı alır, ATATÜRK' ten gelen bir mektuptur bu. Abidin ÖZMEN zarfı özenle açar ve mektubu dikkatle okur:
- "Bay Abidin ÖZMEN, Milli Eğitim Bakanı...."
"Yaver Bey'le, size iki fakir ve kimsesiz çocuk gönderiyorum. Bu çocukları, uygun göreceğiniz, bir liseye ( parasız yatılı olarak ) kaydını yaptırın..."
Bu, ATATÜRK' ün bir emridir. Kesinlikle yerine getirilecektir. Bakan Abidin ÖZMEN, orta öğretim genel Müdürü' nü çağırtır ve şu direktifi verir:
- "Yaver Bey' in yanındaki bu iki çocuğun evrakını alınız ve bu çocukları Haydarpaşa Lisesi'ne paralı yatılı olarak kaydını yaptırıp, her ikisi için de üçer yıllık paralı yatılı makbuzlarının 'veli ve ödeyen hanesine ATATÜRK' ün ismini yazdırarak' bana getiriniz." der.
Bakanın emri yerine getirilir. Abidin ÖZMEN de kısa bir mektup yazarak, yaver bey ile ATATÜRK' e yollar. Mektubun içeriği aynen şöyledir :
- "Muhterem ATATÜRK,
Yaver Beyle göndermiş olduğunuz iki çocuk hakkında emirlerinizi aldım. ancak, arkasında Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı ATATÜRK gibi birisi bulunduğu için; bu iki çocuğu fakir ve kimsesiz olarak kabul etmeme, hem yasalarımız, hem de mantığımız izin vermedi. Bu nedenle her iki çocuğun da, emirleriniz gereği, Haydarpaşa Lisesi'ne PARALI YATILI olarak kayıtlarını yaptırdım. Çocukların üçer yıllık okul taksitlerine ait makbuzları, ekte takdim..."
ATATÜRK bu mektup üzerine, devrin Başbakanı İsmet İnönü'ye telefon ederek:
- "Bak." demiş, "Senin Milli Eğitim Bakanın bana ne yaptı !"

Olayı özetleyip anlatmış. İnönü, Bakan' ı adına özür dilemiş.
ATATÜRK:
- "Yok !" demiş, "Özür dileme. Çok memnun oldum. Keşke her devlet adamı bu medeni cesarete sahip olabilse ve gösterebilse..."

Kaynak:
Yüksek Mimar H. Rahmi ÖZMEN
15.09.1985 tarihli 'KOLAY İLAN' gazetesi.
(Cumhuriyet, 09.01.2002)




Kerem imza


Deli tarafıma denk gelmeyin, zira orada ben bile hükümsüzüm...


Atatürk ve Sıdıka Avar

Yıllar önce İzmir Kadınlar Hapishanesindeki mahkum kadınlara akşam
dersleri verilmesi kararlaştırılmıştı.
Bir gün milli eğitim müdürünün odasına zayıf, ufak-tefek bir genç kız
girdi.
- Ben bu dersleri memnuniyetle kabul ederim, efendim, dedi.
Müdür şaşırmıştı. Karşısındaki genç kız, okuldan yeni çıkmış, üstelik son
derece de hassas bir insana benziyordu.
Müdür bir kez daha hapishanedeki tipleri gözünün önüne getirdi. Olacak şey
değildi... Lakin düşüncesini belli etmedi.
- Peki, hoca hanım, dedi. Bu işle meşgul olacağım.
İki hafta geçmeden, genç kız, soğuk ışıklar altında hapishane koğuşundaki
akşam derslerine başlamıştı. İşi bittikten sonra, ince pardösüsünün yakasını kaldırıyor,
süngülü nöbetçilerin, zincirli kapıların arasından geçerek sokağa çıkıyor ve hızlı
adımlarla evine koşuyordu.
Hapishane müdürü de, milli eğitim müdürü gibi, hayretler içinde idi.
O, kavgacı, o geçimsiz mahkumlar, genç öğretmeni hem sevmeye, hem saymaya
başlamışlardı.
Kadınlar hapishanesinde ilk defa böyle bir hava esiyordu.
Fakat işinde inanılmaz bir başarı gösteren kızın, bir süre sonra acayip bir
suçla adliyeye götürüldüğünü görüyoruz.
Hakkındaki suçlama: Misyonerlik...
Gittikçe kabaran dosyalar, hep misyoner öğretmenden bahsediyordu.
Neler de neler yapmamıştı ki:
Kadınlar hapishanesi derken, Kinder Garten Teşkilatında çalışmalar,
çocuklara iyi insan olmak etrafında birtakım telkinler.
Bütün bunlar misyonerlik denilen şeyden başka ne idi....?
İş o kadar dallanıp budaklandı ki, Ankara'ya kadar intikal etmiş ve onca
mühim işi arasında Atatürk meseleyi merak etmişti.
- Bana misyoner öğretmenin dosyasını getiriniz, dedi.
Bütün bir gece o dosyayı inceledikten sonra, ertesi günü öğretmen Sıdıka
Avar'ı yanına çağırttı. Genç öğretmen Atatürk'ün karşısına çıktığı vakit bir
yaprak gibi titriyordu.
Atatürk, bu ufak-tefek kıza hayretle baktı.
- Misyoner öğretmen sensin, öyle mi?" diye sordu.
Avar şaşırmıştı. Yavaşça,
- Efendim, ben öğretmen Avar, diye fısıldadı.
Atatürk, o zaman genç öğretmene doğru parmağını uzatarak yüksek sesle
şunları söyledi:
- Hayır. Sen misyoner Avar'sın. Bana, senin gibi misyonerler lazım.
Ondan sonra da Atatürk fikirlerini açıkladı:
"Bir toplum, daha ziyade aile yoluyla, bilhassa kadın yoluyla
kazanılabilirdi. Genç öğretmen Doğu'ya gidecekti.
Oradaki genç kızları, hatta bunların arasında hiç Türkçe bilmeyenleri bile
toplayacaktı....Onları, bu toplumun potasında yetiştirecekti; sonra bu çocuklar
birer ışık huzmesi altında köylere gönderecekti."
Sözlerinin sonunda:
- Git, memleketin içine gir, dağ köylerine uzan; orada bizden ışık bekleyen yarının annelerini göreceksin, dedi.
Genç öğretmen, içi içine sığmaz bir halde Atatürk'ün yanından çıktı.
İşte yıllar ve yıllardır Avar, doğu illerinden birinde Kız Enstitüsü Müdürlüğünde bu inanılmaz işle meşguldür. Şimdi; Elazığ, Tunceli, Bingöl çevrelerindeki halk, bu ufacık-tefecik kadından bir azize gibi bahseder.
Onun hakkında iki yüze yakın mani, masal ve çocukların dilinde sayısız Avar şarkıları vardır.
O, yol vermez, geçit tanımaz dağlara at sırtında tırmanır, dağ köylerinden, çoğu esmer köy kızlarını toplar, onları kendi ceketine sarıp okuluna götürür.
Avar, Doğu'da gerçekten inanılmaz bir isimdir. Dağ tepesindeki köylere bu masal kadının, öğrenci toplamak için gittiği zaman köylüler:
- Kızımı da götür, Avar...! diye atın üzengisine yapışıyorlar.
Şehre, Avar'ın okuluna gelen kızı, bir kere de üç-dört yıl sonra görünüz.
Ben, bir insan yaratma mucizesini orada gözlerimle gördüm

Kaynak: Hikmet Feridun Es /Hayat Dergisi 1957

Sıdıka Avar;  gazeteci Banu Avar'ın annesidir.



Kerem imza


Deli tarafıma denk gelmeyin, zira orada ben bile hükümsüzüm...

Benzer Konular (5)

5511

Yanıtlar: 0
Gösterim: 520

5500

Yanıtlar: 0
Gösterim: 549

5506

Yanıtlar: 0
Gösterim: 509

5495

Yanıtlar: 0
Gösterim: 505

5510

Yanıtlar: 0
Gösterim: 520

Clicky